Monthly Archives :

Kasım 2022

Çalış Ağabey ile Hayata Dönüş… 1024 684 admin

Çalış Ağabey ile Hayata Dönüş…

1997 senesi 4 Temmuz’unda askerlik görevim sona ermişti. Arkadaşların isteği üzerine bir gün Öğretmen Evi’nde kalmış ve askerlik süresince yapamadığımız bir takım faaliyet zincirini gerçekleştirerek o günün tadını çıkarmıştım! O günün akşamı odada günlüğüme ilk yazdığım şey, Louis Aragon’un meşhur şiiriydi:“Hey Özgürlük!..”

Oğuz Babaçoğlu Yazdı


Göl kenarının çeşitli yerlerine pusu atmıştık. O güne kadar bekte hiç domuz vurmamıştım. Bek avı benim ruhuma uygun bir av değildi. Nasıl yapıldığını da bilmiyordum. Belki de bilmediğim için yapamıyor, bu yüzden de domuz avından zevk alamıyordum! Bekle bekle, bir tane domuz gelmedi. Çalış Ağabey, “Bunlar galiba içmeye gittiler. Hadi biz de içmeye gidelim” dedi! Çandarlı’da bir bar işletiyordu; ‘Hamam Bar’… O gece sabahın ilk ışıklarını görünceye kadar kumsalda muhabbet ettik. Çalış Ağabey’in kendine göre anlattığı komik hikayeler, bizleri kahkahaya boğmuş, unutulmaz bir gece yaşatmıştı. Ertesi gün saat kaçta kalktığımı hatırlamıyorum! Ne var ki, hani derler ya ‘kır atın yanında bulunan ya huyundan ya suyundan…’ Çalış Ağabey ile takılalı; dert düşünmeyi bir kenara bırakmış, anı yaşamayı, kendin dahil her şeyle dalga geçmeyi, bulunduğum ortamı neşeli kılmayı öğrenmiştim.

– Sana verdiğim zimmet kağıdını Yanal Üsteğmen’e ve Hakan Astsubay’a imzalattın mı?

– Yanal Üsteğmenim imzalamıyor komutanım. Bana güvenmediğini, bir kamyon dolusu malzemenin boşaltılıp sayım yapılacağını söyledi. Oradaki malzemeleri tek tek saymak ve tutanağa geçmek en az iki gün sürer. Askerliğim boyunca bana hep gıcıklık yaptı; askerliğim bitmiş, hâlâ yapmaya devam ediyor! Bana güvenmiyormuş. Lafa bak!.. Tek vukuatı olmayan adama, hırsız muamelesi yapıyor. Zimmet tutanağını iki kilometre birliğe kadar yürüyüp imzalatamadan döndüm ya, aklı sıra bana eziyet çektirdiği için zevk alıyor. Ne kadar basit bir insan!…

– Bu imzayı almamız şart. 

– Komutanım, şimdi ben yarın terhis olamıyor muyum yani?

Uğur Başçavuşum soruyordu: Sana verdiğim zimmet kağıdını Yanal Üsteğmen’e ve Hakan Astsubay’a imzalattın mı? Yanıtlıyordum: “Yanal Üsteğmenim imzalamıyor komutanım. Askerliğim boyunca bana hep gıcıklık yaptı; askerliğim bitmiş, hâlâ yapmaya devam ediyor! Komutanım, şimdi ben yarın terhis olamıyor muyum yani?”

Yarın senin burada yiyeceğin bir kap bile yemek olmayacak!

Komutan telefonu eline alarak sözlerine devam etti…

– Oğlum, hiç olur mu öyle şey?! Çocuk gibi şımarıklık yapıyor. Yarın yemekhaneye göndereceğim, yemek listesinden seni düşeceğim. Yarın senin burada yiyeceğim bir kap yemek bile yok!

(Dedi ve asık bir suratla tek gözünü kırptı… Sonrasında telefon görüşmesine başladı…)

– Komutanım; Oğuz Babaçoğlu yanımda, zimmet tutanağını imzalamamışsınız. Hayırdır komutanım, bir sorun mu var?

(Uzun bir aradan sonra…)

– Komutanım, ben bunu yarın terhis etmek durumundayım, yazıyı da birazdan göndermem gerekiyor. Yoksa sıkıntı olacak, yine de siz bir düşünün…

(Kısa bir aradan sonra…)

– Emredersiniz komutanım. 

Telefonu kapattı. Sonra bana gülümseyerek konuştu; 

– Postaya söyle, yukarı gidecek evrakları alıp götürsün. Benim ciple gidin. Tezkeren hayırlı uğurlu olsun…

Bir topuk selamından sonra, Bölük Astsubayı Uğur Başçavuşun elini öpmek istedim, engel oldu. Sarıldı ve tebrik edip hayırlı yolculuklar diledi. 1997 senesi 4 Temmuz’unda askerlik görevim sona ermişti. Denizli 11. Piyade Tugayı Nizamiyesi’nden çıkış yapmıştım. Arkadaşların isteği üzerine bir gün Öğretmen Evi’nde kalmış ve askerlik süresince yapamadığımız bir takım faaliyet zincirini gerçekleştirerek o günün tadını çıkarmıştım! O günün akşamı odada günlüğüme ilk yazdığım şey, Louis Aragon’un meşhur şiiriydi: “Hey Özgürlük!..”

Ruhum, oradaki kurallarla kavga halindeydi. Biraz da komutanlar açısından şanssız bir bölükteydim. Bunları söylerken, iyi komutanlarımızın hakkını da yemek istemem. Cüneyt Tural Üsteğmenim’in, Ayhan Yücel Tanıtmış Astsubayım’ın, Yüksel Astsubayım’ın ardından ölüme koşardım. Ancak diğerleri için aynı şeyleri söyleyemem.

Eğriye eğri doğruya doğru dedim ve bazı kuralları ihlal ettim!

Burada, binlerce yıllık şanlı bir tarihi olan Türk Ordusu’nu ‘içinden iki tane çürük elma çıktı’ diye karalayacak değilim. Lakin diyalogtan da anlaşılacağı üzere, oldukça problemli bir askerlik süreci yaşamıştım. Bir uyum sorunum olduğu kesindi. Üstüne üstlük belli komutanlarla sürekli çatışma yaşamam, yanlışlar karşısında susmayıp gereken cevapları vermem, eğriye eğri doğruya doğru demem, askerliğin ruhuna ait olan ‘kayıtsız şartsız kabul’ ilkesini ihlâl ediyordu. 

Ruhum, oradaki kurallarla kavga halindeydi. Biraz da komutanlar açısından şanssız bir bölükteydim. Bunları söylerken, iyi komutanlarımızın hakkını da yemek istemem. Örneğin Cüneyt Tural Üsteğmenim’in, Ayhan Yücel Tanıtmış Astsubayım’ın, Yüksel Astsubayım’ın ardından ölüme bile koşardım. Ancak diğerleri için aynı şeyleri söyleyemem. Askerlik çoğu kişiye göre çok iyi bir şey olabilir, ama kesinlikle bana göre değildi.

Askere gitmeden önce seksen altı kiloydum. Askerlik dönüşü altmış yedi kiloya kadar düşmüştüm. Bir iştahsızlık sorunu yaşıyordum, dal gibi kalmıştım. Hayattan zevk almıyordum. Benliğim sürekli bir kavga halinde dünyayı, haksızlıkları, eşitsizlikleri ve kötülükleri sorguluyor; uzun yaz gecelerinde beni uykusuz bırakıyordu.  Yapmak istediğim iki şey vardı; Biri balığa gitmek, diğeri ava gitmek… Av kapalı olduğu için sadece balık seçeneği vardı. Lakin teknenin de motoru arızalı olduğu için tamir ettirmek gerekiyor, onunla uğraşmak hiç içimden gelmiyordu. Gecelerim uyanık, gündüzlerim uykuyla geçiyordu.

Askere gitmeden önce seksen altı kiloydum. Askerlik dönüşü altmış yedi kiloya kadar düşmüştüm. Bir iştahsızlık sorunu yaşıyordum, dal gibi kalmıştım. Hayattan zevk almıyordum. Benliğim sürekli bir kavga halinde dünyayı, haksızlıkları, eşitsizlikleri ve kötülükleri sorguluyor; uzun yaz gecelerinde beni uykusuz bırakıyordu. 

Geceleri sabaha kadar oturuyor, gündüzleri akşama kadar uyuyordum

Nereden geldiğini hatırlamadığım bir kedi yavrusu vardı, tekirdi. İsim bulmak için birçok sözcüğü denemiş olmamıza rağmen, uzun süre bir şey bulamamıştık. Zamanla dikkatimi çeken şuydu; Bu kedi gerek kendi etrafında gerekse yuvarlanma şeklinde dönerek oynamayı çok seviyordu. O zamanlar çok meşhur olan Yılmaz Erdoğan’ın ‘Bir Demet Tiyatro’ adlı oyununda, Mükremin’in kankası Tirbuşon aklıma geldi ve kedinin adı bu mahareti sebebiyle Tirbuşon kaldı.

Zaman zaman küçük çekirgeleri, peygamber develerini, hamam böceklerini yakalayıp getirdiğine şahit olduk. Avcı bir kedi olduğu belliydi. Bir gün başparmağımın altına tırnağıyla derin bir çizik attı, hâlâ o çiziği gördükçe onu ve geçirdiğimiz o yazı hatırlarım. Çarşıda dayıoğlum Mehmet ile karşılaştım. Askerden yeni döndüğüm için ‘hayırlı uğurlu olsun’ dedi. Biz Mehmet ile karşılaştığımızda, birbirimize hep balık raporlarını verirdik. Ne yakaladık, nerede yakaladık, nasıl yakaladık… Bu ve benzeri sohbetleri paylaşırdık. Mehmet’in söylediğine göre, güzel ‘ıskaterialar’ çıkıyormuş. Her gittiklerinde yarım kiloluk veya kiloluk ıskaterialar yakalıyorlarmış. Gopez’in gelişinden kısa bir süre sonra ıskaterianın geldiğine dikkat çekti.

Üzerimde sanki ağır bir yük vardı. Yerimden kalkmak bile istemiyordum. Gündüzleri hep uyuyordum ve bu durum hiç hoşuma gitmiyordu. Günlerden bir gün teyzeoğlum Tolga ve teyzekızım Özlem çıkageldiler. Bol bol sohbet ettik. Akşamüstü Tolga, “Ben sahile gidiyorum, gelecek misiniz?” diye sordu. Yerimden bile kalkmadan, “Sen git. Ben yorgunum” dedim.

Bir saat sonra tekrar geldi; “Oğuz, domuz bekine gidiyoruz, gelecek misin?” dedi. Şaşırdım… Hem şaşırdım hem çarpıldım! Yorgunluk, uyku hiçbir şey kalmadı. Nasıl kalktığımı hatırlamıyorum. Babamın Çandarlı’da duran ‘çiftsan süperpozesi’ni aldım, ayakkabılarımı giydim ama domuz kurşunum yoktu. Tolga, “Çalış Ağabey’den alırız” dedi. 


Çandarlı

Yapmak istediğim iki şey vardı; Biri balığa gitmek, diğeri ava gitmek… Av kapalı olduğu için sadece balık seçeneği vardı. Lakin teknenin de motoru arızalı olduğu için tamir ettirmek gerekiyor, onunla uğraşmak hiç içimden gelmiyordu. Gecelerim uyanık, gündüzlerim uykuyla geçiyordu.

Çalış Ağabey esprisi bol, stresi olmayan, her zaman gülümseyen bir yaşam ustasıydı

Çalış Ağabey, çocukluğumuzdan beri tanıdığımız ressam bir büyüğümüzdü. Lakin karşıdan karşıya ‘merhaba’ dediğim ama o zamana kadar çok da samimi olmadığım bir ağabeyimizdi. Hiçbir şeyi stres yapıp kafasına takmayan, çok neşeli, esprisi bol bir yaşam ustasıydı.

 76 model cipiyle bizim kapıya yanaştı. Çalış Ağabey’in dokuz metre boyunda büyük bir teknesi vardı. Balık avına gittiğini biliyordum ama kara avına meraklı olduğunu hiç bilmiyordum. Her zaman gülümseyen sakallı yüzüyle bana yine “Merhaba!” dedi. Cipin arka koltuğu oldukça dardı. Buraya diklemesine çiftesini uzatmıştı. Bu daracık alana oranla oldukça büyük bir benzin bidonunu görünce şaşırdığım dikkatinden kaçmamış olacak ki; arabayı kastederek “Bizim öküz su içmeden yürümüyor” diyerek bana ilk kahkahayı attırdı. Çalış Ağabey hayatı çok seven, kafasında yapmak istedikleri ve hayalleriyle ilgili büyük bir liste bulunan, bu listeyi hayata geçirmek için hayatın her anını değerlendiren; canlı, neşeli insan tipinin en güzel örneğiydi. Herkesin yaptığının aksine benimle askerlikte yaşanan olayları hiç konuşmadı. Konuyu kapatıp avda ve ileride yapacaklarımıza odaklanmamı sağladı. 

Gittiğimiz yer, Karadağ Yarımadası’nın burnunda bir göl kenarıydı. Buraya otuzlu bir domuz sürüsü dadanmış, ekili bahçeleri mahvederek köylülerin hayatını kâbusa çevirmişti. Göl kenarındaki izlerden kalabalık bir sürü olduğu belliydi. 

Çalış Ağabey oldukça şakacıydı. Her şey üzerinden espri üretebiliyor, yaşanan aksilikleri bir komediye dönüştürüyor, hayat denen zaman dilimiyle doyasıya dalga geçiyor, herkesin yapamadığını başararak eğleniyordu.  Ödünç olarak dört tane kurşun alıp, aldığım kurşunların ikisini süper pozeye koyup gözüme kestirdiğim bir yere konuşlandım. 

Nereden geldiğini hatırlamadığım bir kedi yavrusu vardı, tekirdi. İsim bulamıyorduk. Bu kedi kendi etrafında yuvarlanma şeklinde dönerek oynamayı çok seviyordu. O zamanlar çok meşhur olan Yılmaz Erdoğan’ın ‘Bir Demet Tiyatro’ oyununda, Mükremin’in kankası Tirbuşon aklıma geldi ve kedinin adı bu mahareti sebebiyle Tirbuşon kaldı.

Eski bir hamamı bara çevirmişti ve adını da uygun koymuştu: Hamam Bar!

Göl kenarının çeşitli yerlerine pusu atmıştık. O güne kadar bekte hiç domuz vurmamıştım. Bek avı benim ruhuma uygun bir av değildi. Bu avın nasıl yapıldığını da bilmiyordum. Belki de bilmediğim için yapamıyor, bu yüzden de domuz avından zevk alamıyordum! Bekle bekle, bir tane domuz gelmemişti. Bunun üzerine Çalış Ağabey, “Bunlar galiba içmeye gittiler. Hadi biz de içmeye gidelim” dedi! Bizi yine gülümsetti. Çandarlı’da bir bar işletiyordu. Ara sokaktaki eski bir hamamı bara çevirmişti. Adı da geçmişine uygun bir şekilde ‘Hamam Bar’ olmuştu. Çok da güzel müşterisi vardı. Tüfekleri ve eşyaları eve bıraktıktan sonra Özlem’i de alıp onun barına gittik.

 Barda ilk dikkatimi çeken ‘barak’ ve ‘pointer’ kırması bir köpekti. Ben hayatımda bu kadar çirkin bakışlı bir köpek görmedim! Hırlamasına veya bir şey yapmasına gerek yoktu, köpeğin o ketum duruşu, çirkin bakışı insanı korkutmaya yetiyordu. Sanıldığının aksine canı yanmadıkça çok uysal bir köpekti. Lakin en önemli özelliği; gülümsemeye de benzeyen, lakin insanı korkutan, sakallarının içinden çıkan şekilsiz bir ağız ve tüylerin arasından görünen bir çift keskin göz: hülasa o çirkin bakış…  Bar, o zamanın modası ‘şark odası’ tarzında döşenmişti. Böylesi hamam kültürüyle de oldukça örtüşüyordu. Her taraf eski püskü eşyalar, ibrikler, duvar halıları, buharlı bir ütü, kazan, çömlek vesaire ile doluydu. Bir de kapının girişine yakın geniş bir divan vardı. ‘Çakır’ bu divanı kendine mesken edinmişti. Çalış Ağabey’in söylediğine göre köpek, bu divana kimsenin oturmasından hoşlanmıyordu. Yanlışlıkla oturan kişiye havlamıyor, hırlamıyor, saldırmıyordu. Aksi takdirde zaten köpeği barda tutmak mümkün değildi. 

Çalış Ağabey, çocukluğumuzdan beri tanıdığımız ressam bir büyüğümüzdü. Lakin karşıdan karşıya “merhaba” dediğim ama çok da samimi olmadığım bir ağabeyimizdi. 76 model cipiyle bizim kapıya yanaştı. Cipin arka koltuğunda büyük bir benzin bidonu vardı. Biz sormadan neden orada olduğunu anlattı: “Bizim öküz su içmeden yürümüyor!”

Çakır köpek, tahtına kim oturursa onu bir şekilde püskürtebiliyordu

Çalış Ağabey’in söylediği kadarıyla köpeğin kendisine göre garip bir ‘püskürtme’ yöntemi vardı. Önce divana oturan adamın yanına oturuyor, hiç temas etmiyor. Sonra yavaş yavaş kendisini yaslıyor, ara ara o sessiz ve çirkin bakışıyla adamı süzüyor, daha sonra adamın üstündeki baskısını gittikçe arttırıyordu. Sonunda adamı biraz öteye kaymak zorunda bırakıyordu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yeniden adama kendini yaslıyor, yeniden vücut ağırlığını olanca kuvvetiyle vermeye başlıyor, adamı biraz daha öteye gitmek zorunda bırakıyordu. Sonunda divanın ucuna gelince de adam, Çakır’ın kendisine ‘taht’ olarak belirlediği divandan kalkıp gitmek zorunda kalıyordu.

Uzun ve zevkli bir sohbetten sonra saat dokuz gibi Hamam Bar’dan kalkıp sahil kenarındaki Oğuz Ağabey’in mekanı Kum Bar’a geçiş yaptık. Barda bir masa dışında diğer masalar boştu. Pencere kenarına yakın bir masa da çok güzeldi, duvara yaslı güzel ve keyifli bir ‘şarki divan’ vardı. Özlem, Tolga ve Çalış Ağabey’ler hemen o divana koşup yeri kaptıkları için ben denize sırtı dönük bir sandalyeye yerleştim.

Adaşım Oğuz Ağabey uzun saçlı, renkli gözlü, hayatımda gördüğüm en nazik insanlardan birisiydi. Güzel gitar çaldığını söylediler. Gitarı duvarda asılıydı. Benim, gitardan çok aksi istikametteki duvarda asılı duran bağlama dikkatimi çekmişti. Çünkü o yıllarda Çandarlı’da barlarda türkü çalınması pek adetten değildi. Pop veya Rock çalınırdı. Bu yüzden sazı gördüğümde oldukça şaşırmıştım. 

Çalış Ağabey hayatı çok seven, kafasında yapmak istedikleri ve hayalleriyle ilgili büyük bir liste bulunan, bu listeyi hayata geçirmek için hayatın her anını değerlendiren; canlı, neşeli insan tipinin en güzel örneğiydi. Herkesin aksine benimle askerliği hiç konuşmadı. Av ve ileride yapacaklarımıza odaklanmamı sağladı.

Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Seyrani gibi ozanları çalıyorduk

Masaya biralar söylenirken, ben sazı almak için Oğuz Ağabey’den müsaade istedim. “Elbette” dedi. Küçük ama tınısı çok güzel bir bağlamaydı. Barda çalışan Halil adlı bir çocuğa aitti. Akordu da oldukça bozuktu. Güzelce bir akord tazeledikten sonra ilk nameleri çalmaya başladım. Çok sevdiğim “Ah Bir Ataş Ver” türküsünün o ahenkli nameleri bir anda sazdan ve dudaklardan yükseliverdi. Sonra diğer türküler sökün etti. Ege, Orta Anadolu, Trakya… Hepsi birer birer sazda sırayla kendilerine yer buldu. 

Derken sol arka masadan adını bile bilmediğim bir kişi, duvardaki gitarı alıp bana eşlik etmeye başladı. İki masa herkesin bildiği türkülerle sel olup coşuyordu. Askerlik süresince hiçbir perdeye basmayan parmaklarım, ‘İki keklik’, ‘Çamdan Sakız Akıyor’, ‘Dostum’, ‘Allı Turnam’ gibi türkülerin notalarını perdelerde bir bir bulup çalıyor; ‘Pir Sultan Abdal’, ‘Karacaoğlan’, ‘Aşık Veysel’, ‘Seyrani’ gibi büyük ozanların türküleriyle gittikçe açılıyordu. Bir süre sonra sağımızdaki solumuzdaki masalar da yavaş yavaş dolmaya başladı. Gelen dolu, soğuk bira şişelerinin, boşalarak geri giden boş şişelerin haddi hesabı yoktu. Garsonlar, arı gibi masalara içecek taşıyordu.

Saat on ikiye doğru saz çalmaktan yorulmuştum. Sazı masanın üstüne bırakıp biraz dinlenmek istedim. Birisi sol kolumu sert bir şekilde dürttü. Sonra kulağıma eğilen ses, “Sakın durma ağabey, devam et” dedi. Garsonun sesiydi. Eliyle arkada boş masa bulamadığı için ayakta türkü dinleyen otuz kişiye yakın kalabalığı gösterdi. Barın işlerinin iyice açıldığı, içecek yetiştiremedikleri ortadaydı. 

‘Biraların müesseseden ama ne olur, çalmaya devam et Oğuz ağabey…’

Normalde hafta içi sıradan, sakin geçmesini bekledikleri bir gecede; ummadıkları bir müşteri akınına uğradıkları bir anda tabii ki sazın sesinin susmasını istemiyorlardı. Çocuk bana, “Biraların müesseseden. Ne olur devam et ağabey! Bir de karşı tarafa geç ki, herkes seni görsün” diyerek göz kırptı. Ben de arka masada oturan gitarcı arkadaşa dönüp boynumu bükerek beden diliyle, “Çaresiz devam edeceğiz” dedim. Sonra herkesi selamlayarak Orta Anadolu türküleri, Livaneli şarkıları bir bir akıp gitti. Gecenin sonunda noktayı ‘Jandarma’ koydu! Yaklaşık altı saat süren konser, topluluğun karşılıklı olarak söylettiğim ‘Bilmem Şu Feleğin’ türküsüyle ve askerlerin gülümsemesiyle sonra erdi. Büyük bir alkış tufanı koptu ve bu güzel gece böylelikle hafızalara kazındı.

O gece sabahın ilk ışıklarını görünceye kadar kumsalda muhabbet ettik. Kızlı erkekli kalabalık bir gruptuk. Çalış Ağabey’in kendine göre anlattığı komik hikayeler, bizleri kahkahaya boğmuş, bize unutulmaz bir gece yaşatmıştı. Onu takip eden günlerde yine kaç kere bara gittik, yine kaç kere saz çaldım, ancak hiçbirisi o gecenin tadını vermedi. Ertesi gün saat kaçta kalktığımı hatırlamıyorum ama öğleni bulduğu kesindi. İştahsızlık sorunum had safhadaydı. İki lokma ekmek yiyordum, bundan başka bir şey yemek içimden gelmiyordu. Ne var ki, hani derler ya ‘kır atın yanında bulunan ya huyundan ya suyundan…’ Çalış Ağabey ile takılalı; dert düşünmeyi bir kenara bırakmış, anı yaşamayı, kendin dahil her şeyle dalga geçmeyi, bulunduğum ortamı neşeli kılmayı öğrenmiştim. 

Şunu açıkça söyleyebilirim ki; Çalış Ağabey bana iyi gelmişti.

Böylelikle insanın benlik sancısı daha da hafifliyordu. Aslında insanın en faydalı olabileceği kişinin kendisi olduğunu anlamaya başlamıştım. Neyden hoşlanıyorsam onu yapıyor, böylelikle günler su gibi akıp geçiyordu. Askerlik dönüşü hayattan zevk almama hali gitgide iyileşiyor, her şeye gülen neşeli bir adam kimliğine bürünüyordum. Şunu açıkça söyleyebilirim ki; Çalış Ağabey bana iyi gelmişti.

Küçük bir pompa enjektör bakımından sonra bizim tekneyi yüzdürmeyi başarmıştım. Çok da güzel balık çıkıyordu. Çalış Ağabey sabahlara kadar bar işlettiği için gündüzleri ortalarda görünmüyordu. Genelde geceleri onun yanına gidiyordum.

Günlerden bir gün Oğuz Ağabey’in barında otururken, Tolga’nın kız arkadaşı Bengi ile tanıştım. Biraz sohbet ettik. Kısa boylu, ince yapılı, Ankaralı, yazlıkçı, Kıbrıs’ta okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Uyumlu, hoşsohbet bir kızdı. Ben balık muhabbeti açınca, “Beni de balığa götürsenize” dedi. O zamanlarda Çandarlı’da balık yemi satılmıyordu. Yem çıkartıp satan Süleyman Amcamız da ölmüştü. Dalyana gidip kendi yemimizi kendimiz çıkartıyorduk. Lakin araba olmadığı için dalyana kayıkla gitmek zaman alıyordu. Bu yüzden o gün değil yarın için sözleştik. Sabah her zamanki gibi dalyana yem çıkarmaya tek başıma gitmiştim. Güzel ve verimli bir alan keşfetmiştim. Yem çıkarmaya giderken yanıma şişleri, sepetleri ve zeytin yağlı çaputlarımı da alıyordum. Zeytin yağlı çaput, suyu ayna gibi yapıyor, sülünes deliklerini daha net gösteriyordu. Babamın yaptığı yeni şişler affetmiyordu. Toprak yüzeydeki deliklere soktukça hemen hemen hiç boş çıkmıyordu. İki güne yetecek yemi çıkardıktan sonra işi bitirip geri döndüm. 

Teknenin arkasındaki o muhteşem parıltıyı gördüm. Büyük balık yakalamak ne büyük zevkti. Oltanın o ağır ağır gelişi, ne kadar usta olsa da her balıkçının yüreğinin güm güm atmasına vesile oluyordu. Kepçeyle aldığımızda bu hırçın balığın o kadar da büyük olmadığını fark ettik. Sonradan tarttırdığımızda 450 gram gelmişti.

Baktık ki balık yok, biz de mecburen erkenden demlenmeye başladık!..

Öğle yemeğinden sonra Tolga, Bengi ve ben balığa çıkmıştık. Hiç sevmediğim sert bir yıldız hava esiyordu. Bu havada rüzgâr hem tekneye giderken sağdan vuruyor, seyri zorlaştırıyor; hem de balık çıkmadığı için hevesim kaçıyordu. Haldere Koyu’nun burnuna oturduk, oltaları engin denize bıraktık. Uzun süre balık vurmadığını hatırlıyorum. Tolga kendi oltasına bakmaktan çok, yeni aldığı fotoğraf makinesiyle çekimler yapıyordu. Yeni hevesle, gördüğü her şeyin fotoğrafını çekiyordu.


1997 yazında yakaladığım Iskateria…

Iskaterilar teknenin arkasına ‘sallamalık’ dediğimiz kurşunsuz oltaları atmak suretiyle ve sardalye yemi kullanılarak yakalanıyordu. Kayığın arkasındaki bağlama demirine içi boş olta kasnağını bağlıyorduk, balık vurunca bu kasnağı fır döndürüyordu. Böylelikle ilkel bir alarm sistemiyle balık yakalanıyordu. Ne var ki bende sardalye yoktu, kullandığım oltaların da tamamı mantar kasnaktan oluşuyordu. Böyle bir düzenek için elimde hemen hemen hiçbir şey yoktu. Boş boş otururken aklıma bir şey gelmişti. Büyük balığın gözü aç olur. ‘Ne kadar iri yem, o kadar büyük balık’ ilkesinden hareketle; irice bir sülünesin içini çıkartıp sallamalık bir oltaya iyice doladım. İkinci iğneyi de aynı şekilde bağlayarak kurşunsuz denize bırakıverdim. 

Bizim teknenin arkasındaki bağlama demirine bir kez dolayıp mantara da sıkı bir düğüm atıp, balık çektiğinde denize düşmesin diye teknenin içine atıverdim. Beş metre kadar da kalama bıraktım. Tolga ile sağlı sollu oturuyorduk, arkada da Bengi vardı. Ona dedim ki, “Bu olta gerilirse bana haber ver.” Daha başka ne yapılabilirdi ki! Balık olmayınca yanımıza aldığımız biralarla demlenmeye başladık. Akşam yaklaşıyordu. Ansızın benim aşağıya bıraktığım olta geriliverdi. İri bir ‘karagöz’ sepetteki yerini buldu. Tolga ile Bengi’ye bir şey vurmuyordu, ancak her attığımda benim oltaya ya ‘karagöz’ ya ‘mercan’ ya ‘istavrit’ vuruyor, olta boş çıkmıyordu. Balık iyice hızlanınca, onlar da balık yakalamaya başladılar. Zaman zaman arkaya dönüp arkadaki sallamalık oltaya bakıyordum, ama bıraktığım düzenek olduğu gibi duruyordu. Atıp çekmekten kolum yoruldu diyebilirim. 

Gopes gittikçe hızlanmıştı… Benim gözüm ise sadece arkadaki oltadaydı

Bir tepsiye yakın balık yakalamıştık. Balık o kadar hızlanmıştı ki, artık yetiştiremiyorduk. Bengi balık yakalıyor, kahkahalar atıyor, ancak tuttuğu balığı iğneden çıkartamıyordu. Bu yüzden bize “Olta” diyordu! Ya Tolga ya da ben balığı çıkartmakta yardımcı oluyorduk. Bir yandan da kendi oltalarımıza aynı muameleyi yapıyorduk. Şiddetli rüzgârda zaman zaman oltalar karışıyor, karışan oltaları açmak zaman alıyordu. Bu karmaşada ben arkadaki oltayı unutmuştum. Bengi yine “Olta” dediğinde, irice bir gopesi çekmekle meşgul olduğum için “Bekle” dedim. Bengi yine sırtımı dürterek “Olta” diye ısrar etti. Balığı tekneye çektim, sepete attım. Yakaladığı balığı iğneden çıkarmak için Bengi’ye döndüm ki, ne göreyim! Bengi balık yakalamamıştı. “Olta” diyerek eliyle arkaya bıraktığım sallamalığı işaret ediyordu. 

Olta, gitar teli gibi gerilmişti. “Kızım söylesene” dedim. “Söyledim ya” diye cevap verdi! Gopezin de geldiğini hatırlayarak Mehmet’in söylediklerini aklımdan geçirdim. Bunun kesin ıskateria olduğu konusunda şüphem kalmamıştı. Hemen oltaya atıldım. Ucunda balık vardı, ağır ağır geliyordu, arada sert bir vuruş yapıyor olsa da 0.40 olta ile şansı yoktu. 

Derken teknenin arkasındaki o muhteşem parıltıyı gördüm. Büyük balık yakalamak ne büyük zevkti. Oltanın o ağır ağır gelişi, ne kadar usta olsa da her balıkçının yüreğinin güm güm atmasına vesile oluyordu. Kepçeyle aldığımızda bu hırçın balığın o kadar da büyük olmadığını fark ettik. Sonradan tarttırdığımızda 450 gram gelmişti. Gopeslerin verdiği heyecanla iri bir sülünesi daha dolayarak mavi sulara oltayı bıraktım. Tolga’ya balıkla bir fotoğraf çektirmek ve anı ölümsüzleştirmek istediğimi söyledim.

Halbuki en önemli kare henüz gelmemişti!

Gopes gittikçe hızlandı. Gözüm arkadaki oltadaydı. Her an vuracak diye içim hop hop ediyordu. Tolga’nın uzattığı bira havada kaldı. Olta zank diye gerilivermişti. Bu sefer kalamayı aldığı gibi mantarı da havaya kaldırarak askıya almıştı. Elimde ne varsa olduğu gibi bırakarak oltaya koştum. Olta çok gergindi. Sanki aşağı takılmış da gelmiyormuş gibiydi. Lakin oltanın ucundaki burkulmaları, zorlamaları, elime verdiği güçlü esnetmeleri hissedebiliyordum. 

Balığı gördüğümüzde üçümüz de aynı anda bağırdık: “Oha!..”

Yavaş yavaş teknenin arkasına doğru gelirken aniden bir geri vuruş yaptı, o kadar sertti ki geri bırakmak zorunda kalmıştım. On metre kadar gittikten sonra oltayı yeniden kastım. Anlaşılan henüz yorulmamıştı. Kendini benim ellerime kolayca teslim etmeye niyeti yoktu. Ağır ağır geliyordu. Aniden geliş yönünü teknenin burnuna doğru çevirdi. Olta boşaldı ve altımdan geçti. Hemen boşluğunu aldım. Daha da hızlanmasına müsaade etmedim. Balık oldukça güçlüydü. Bu büyüklükteki bir balık için 0.40 olta riskliydi. Bu yüzden balığın ani vuruşları karşısında parmaklarımın arasından oltayı sağdırıyor, sonra debriyaj etkisiyle bıraktığım oltayı tekrar geri çekmeye başlıyordum. Bu mücadele uzun sürdü. Bana saatler gibi geldi. Bıraktığımız diğer oltalar karışmıştı ama umurumda değildi. Bu balığı kaçırmak istemiyordum. Hava kararmış, balık iyice yorulmuştu. Daha bir parıltısını bile bize göstermemişti. Daha sonra ani bir dönüşle teknenin arkasına vurdu. Teknenin pervanesine dolandırmak istemiyordum. Hemen boşluğunu aldım. Balık gücünün tükenmesiyle birlikte artık eski direncini, umudunu kaybetmiş, kaderine boyun eğmeye başlamıştı. İlk parıltıyı görmemizle birlikte ağzımızdan “Oha” sesleri yükselmeye başladı. 

Tahmin ettiğim gibi büyük bir ıskateriaydı bu. Balığı teknenin kenarına getirdiğimizde kepçeye girmediğini fark ettik. Kürek gibi kanırtarak içeriye attık. Balığın muhteşem parıltısı, ağzını açıp açıp soluması, zaman zaman çırpınması, üzerindeki yarık yarık çizgiler bizi kendisine hayran bırakmıştı. Tamı tamına beş kilo iki yüz elli gramdı. Tolga’ya bu balıkla fotoğraf çektirmek istediğimi söylediğimde, büyük bir hayal kırıklığı ile karşı karşıya kaldım. Makarada ne kadar film varsa hepsini tüketmişti! Dedim ki, “Oğlum bugün çekmen gereken fotoğraflardan hiçbirisi bunun kadar önemli değildi…”

Tolga fotoğrafımı çekti ve anı ölümsüzleştirdi. Halbuki en önemli kare henüz gelmemişti! Arkadaki olta yine zank diye gerildi. Balık çok güçlüydü ve 0.40 olta riskliydi. Çok dikkatliydim. Hava kararmış, balık iyice yorulmuştu. Gücünün tükenmesiyle birlikte kaderine boyun eğmeye başlamıştı. İlk parıltıyı gördük ve şu yorumu yaptık: “Oha!”

O balığı kaç kişi yedik, bilmiyorum. Ancak balığın bitmediğini biliyorum!

Balık avı bitmişti. İçimizde muhteşem bir işi başarmanın sevinciyle limanın yolunu tuttuk. Balığı o gece kaç kişi yedik hatırlamıyorum ama sofrada hâlâ balık kaldığını hatırlıyorum. Ben yine iştahsızlık sebebiyle fazla yiyememiştim. İçilen rakıların, yapılan esprilerin, keyifli sohbetlerin ardından bu gece de son bulmuştu. Dedem Korkut gelip ansızın göründü. Balık yenilen sofraların, geride kalan yenilmemiş taze meyvelerin, boşalan bardakların ardından şu maniyi düzdü;

Kimi sevda yaman, kimi yavandır,

Avcının tutkusu, avınadır.

Her nerede tutulursa tutulsun,

Büyük balığın macerası başkadır…

Bu maniyi düzdü ve gitti.

Av açılmıştı ama tek tük birkaç bıldırcının dışında kanat yoktu. Ansızın Ömer Ağabey’den akşamüstü gelen bir haber, bizleri heyecanlandırdı. Sanki gök yarılmış yağmur olup ovaya bıldırcın yağmıştı. Akşam üstü Çalış Ağabey’in çirkin bakışlı Çakır’ını alıp ovanın yolunu tutmuştuk. Nasıl bir av mı oldu? Onu da sonra anlatalım, çünkü o başka bir hikâye.

Başka bir hikâyede görüşmek ümidiyle… Şimdilik kalınız sağlıcakla…

Abant Alabalığı 1024 684 admin

Abant Alabalığı

Isırgan otlarını elimle büyük parçalara bölerek, lezzetinin başka unsurlar içinde kaybolmaması için tamamen ayrı olarak fındık yağında iyice kavurdum ve ocaktan indirmeden hemen önce içine az karabiber, tuz ve çok az tatlı toz kırmızı biber ilave ettim.

Ahmet Yazıcı Yazdı


Değerli okurlarımız…

İlkbahar sezonu ile beraber canlanan tabiat sayesinde birçok yabani çiçek ve otu bir arada görme imkânı bulunca, doğal olarak bunları bir yemekte kullanma fikri doğdu aklımda… Elimizde bu sene oldukça verimli balık avcılığı yaptığımız, Abant gölünden yakalamış olduğumuz Abant alabalıklarından bol miktarda olduğu için, tüm bu malzemeleri aynı yemekte nasıl kullanacağımı düşünmeye başladım. Önce çiçekleri tomurcuk haline gelmiş ama açmamış olan gelincik çiçeklerini, tüm yaprakları ve kökleri ile birlikte topladım. Yol üstündeki dere kıyısında kendiliğinden yetişmiş olan ısırgan otlarının en körpe olan uç filizlerinden yeteri kadar aldım. Tüm bu otları iyice yıkayıp temizledim ve sularının süzülmesi için bir kevgirde beklettim.

Isırgan otlarını elimle büyük parçalara bölerek, lezzetinin başka unsurlar içinde kaybolmaması için tamamen ayrı olarak fındık yağında iyice kavurdum ve ocaktan indirmeden hemen önce içine az karabiber, tuz ve çok az tatlı toz kırmızı biber ilave ettim. Tekrar iyice karıştırarak bir kenarda sıcak olarak beklettim. Gelincik çiçeklerini hiç bölmeden Abant alabalığı ile beraber yanmaz bir poşet içine yerleştirdim. Poşetin içine dörde bölünmüş bir soğan, birkaç diş sarımsak ve az manda tereyağı ilave ettim. Daha sonra ısınmadan dolayı şişmesine imkân bırakmak için poşetin içindeki havayı iyice boşalttım ve poşetin ağzını sıkıca kapadım. 

Poşeti, içinde az miktar su kaynayan bir tencerenin içine koydum ve tencere kapağını kapatarak 45 dakika kaynattım. Daha sonra poşeti tencereden dışarı alarak soğuması için beklettim. Başka bir kapta yeteri kadar patatesi haşlayarak, tuz ve karabiber ilavesi ile az manda sütü katarak püre haline getirdim. Birkaç tane patlıcanı da ateşte közleyerek çatalla ezdim ve onu da püre haline getirdim. Daha sonra bu püreleri ve ısırgan otlarını iyice ezerek karıştırıp; karabiber, acı pul biber, kekik, nane ve sarımsak ilavesi ile küçük toplar haline getirdim ve beklemeye aldım.

Tabağın açık köşelerine közde pişirdiğim sıcak yarım domatesleri ilave ederek püre toplarının aralarını dereotu yaprakları ile süsledim ve sofraya getirdim.

Önceden ısıtılmış servis tabağının ortasına ilk olarak poşet içinden dağıtmadan çıkarmaya özen gösterdiğim, buharda pişmiş Abant alabalığını koydum. Tabakta boş kalan kısımlardan bir tarafa gelincik çiçeklerini, diğer tarafa da ısırgan otunu karıştırarak toplar haline getirdiğimiz patates ve patlıcan pürelerini yerleştirdim. 

Tabağın açık köşelerine közde pişirdiğim sıcak yarım domatesleri ilave ederek püre toplarının aralarını dereotu yaprakları ile süsledim ve sofraya getirdim. Masada yemeğe beraber oturduğum dostlarım o güne kadar gelincik çiçeğinin yenildiğinden haberleri olmadığını ve bu yemeğin ilk deneyimleri olduğunu söylediler. Yemek hakkında fikirlerini sorduğumda ise aşırı bir ilgi ve beğeni ile yemeğe devam ettikleri için benim sözlerimi duymadılar.

Misafirlerim yemeğin lezzeti konusunda her ne kadar fikir beyan etmedilerse de içine ince kıyılmış taze nane yaprakları ilave ettiğim çok soğuk limonata eşliğinde sunduğum bu yemeği beğendiklerini, onların davranışlarından ve yüz ifadelerinden anladım.

  • Abant alabalığı
  • Gelincik çiçeği
  • Isırgan otu
  • Patlıcan
  • Domates
  • Soğan
  • Sarımsak
  • Manda tereyağı
  • Manda sütü
  • Karabiber
  • Tuz
  • Kırmızı toz biber
  • Pul biber
  • Kekik
  • l Nane

Meraklı okurlarımıza denemelerini tavsiye ederim.

Afiyet olsun…

Çökertme Dalyanı 1024 684 admin

Çökertme Dalyanı

Dalyanlarda balıkların geliş yönünü yüksek bir yere kurulan kuleden gözetleyen kılavuz, balıklar dalyan ağının üstüne geldiği zaman hem ipi yukarı çeker hem de bağırarak diğer kuledeki arkadaşına ipi çekmesini söyler. Bu şekilde dört tarafı su seviyesinin üstüne yükselen ağın içinde kalan balıklar, bir sandal vasıtası ile ağın içine girilerek yakalanır.

Ahmet Yazıcı Yazdı


İzmir Mordoğan Beldesi’ne davet edildiğim zaman, o bölgeye ait birçok kültürel değeri yakından görme fırsatı bulacağım için çok mutlu olmuştum. Bu sefer, özellikle daha önce hiç görmediğim ‘Çökertme Dalyanı’nı görmek üzere hazırlık yaptım. Literatürden öğrendiğime göre ‘dalyanlar ve dalyancılık’, ‘geleneksel bir avcılık metodu’ olup insanların kullandığı ilk avlanma metotlarındandır. Halen çökertme dalyanlar, Ege ve Akdeniz’de uygun yerlerde çalışmaya devam etmektedir. 

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde dalyancılıktan bahsedilmektedir 

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde dahi dalyancılıktan bahsedilmektedir. Ülkemizdeki geçmişi ise Osmanlı-Rum ortak kültürüne dayanmaktadır. 

Çökertme dalyanları denizde balıkların gezi yolu üzerine ve geçen balıkları seyretmeyi sağlayan bir tepe eteğine kurulur. Dört mevsim boyunca üreme ya da beslenme amacıyla göç yapan balıkları yakalamak için, koyların giriş çıkışlarına kurulan gözetleme kuleleri ve bu kulelere bağlı halatlar yardımıyla deniz tabanına serilmiş ağların, sürülerin geçişi esnasında kaldırılması prensibine dayanarak kullanılır. 

En çok yakalanılan türler içerisinde ‘kefal türleri’, ‘levrek’ ve bazen de ‘akya’ bulunmaktadır. Çökertme dalyanı, çok derin olmayan kıyılara kurulur. ‘Meşe’ veya ‘akasya’ ağacından yapılmış kazıklara veya demirlemiş kayıklara bağlanarak sabitleştirilmiş, geleneksel uzunluğu 14 kulaç, genişliği 12 kulaç civarında veya kullanılacağı bölgede olan şartlara uygun dikdörtgen formda olan bir ağdır.

İki köşesi denizdeki kazıklara bağlanarak sabitlenmiş, diğer iki köşesi ise serçe parmağı kalınlığında germe ipi ile yukarı çekilebilir durumda inşa edilmiştir.

Çökertme dalyanları denizde balıkların gezi yolu üzerine ve geçen balıkları seyretmeyi sağlayan bir tepe eteğine kurulur. Dört mevsim boyunca üreme ya da beslenme amacıyla göç yapan balıkları yakalamak için kullanılır. 

100 yıllık geçmişe dayanan bu yöntemde 12 ay avcılık mümkün

Günümüzde belli dönemlerde kıyılardan akan tonlarca iri balık sürüleri görülmez olmuştur. Çünkü daha açıklarda ve büyüyemeden yoğun avlanmaya başlanmıştır. Bu sebeple dalyancılık, günümüzde kârlı bir avcılık olmaktan çıkmış ve bu durum da kültürel bir öneme sahip olan ‘dalyancılık sanatı’nın yok olmasına neden olmak üzeredir. Mordoğan Dalyanı’nın sahibi Cüneyt Liman ile yaptığım görüşmede, dalyancılık mesleğinin atalarından bu güne intikal ettiğini ve 100 yıllık bir geçmişe sahip olduğunu; bu dalyanlarda, kışın Aralık-Şubat ayları arasında levrek, diğer sekiz ay boyunca da kefal türleri yakalanmakta olduğunu öğrendim. 

Dalyanlarda avcılık, sürekli bekleme ve gözetleme gerektiren bir faaliyettir. Balıkların geliş yönünü yüksek bir yere kurulan kuleden gözetleyen kılavuz, balıklar dalyan ağının üstüne geldiği zaman hem ipi yukarı çeker hem de bağırarak diğer kuledeki arkadaşına ipi çekmesini söyler. 

Bu şekilde dört tarafı su seviyesinin üstüne yükselen ağın içinde kalan balıklar, bir sandal vasıtası ile ağın içine girilerek yakalanır. Seyrek olarak dalyanın üstüne çok büyük kefal sürülerinin geldiğini söyleyen sevgili kardeşim (Rahmetli) Cüneyt Liman, böyle bir durumda sürünün ağın içinde kalması için balıkların gidiş istikametine, önceden önüne dizdiği beyaz taşlardan atarak balıkları ağın içinde kalmaya yönelttiğini söyledi. 

‘Dalyanlar ve dalyancılık’, ‘geleneksel bir avcılık metodu’ olup, insanların kullandığı ilk avlanma yöntemlerindendir. Halen çökertme dalyanlar, Ege ve Akdeniz’de uygun yerlerde çalışmaya devam etmektedir.

Sabunluk denilen zeytinyağı ile denizdeki balıklar görülebiliyor

Sakin havalarda son derece berrak olan denizde en küçük balıklar dahi görülebilirken, rüzgâr çıktığı zaman oluşan çalkantıda denizdeki balıklar rahatça görülemediği için, dalyancılar son derece ilginç bir sistem geliştirmişler.

Ekonomik değeri fazla olmayan ve sabunluk olarak tabir edilen kırmızımsı renkteki zeytinyağını, dalyanın en uzak direğine bağlı bir makara sayesinde çekilen ipe sıra ile dizilmiş küçük poşetlere dolduruyorlar. Poşetlerde küçük delikler akarak içindeki zeytinyağının belirli bir zaman dilimi içinde damlalar halinde akmasını sağlıyorlar. İpi tekrar geriye sararak poşetleri denizin üstüne yağ damlatacak durumda sabitliyorlar. 

Denizde belirli aralıklar ile düşen yağ damlaları suyun üstüne yayılarak, su yüzeyindeki dalgalanma hareketini yok etmekte ve denizin içindeki hareketlerin çok daha net görülebilmesini sağlamaktadır. Yine daha dalyan kurulmadan önce ağ alanının altına döşenen beyaz taşlar, o bölgedeki çeşitli hareketlerin daha rahat görülebilmesi için bulunan bir yöntemdir.

Günümüzde belli dönemlerde kıyılardan akan tonlarca iri balık sürüleri görülmez olmuştur. Çünkü daha açıklarda ve büyüyemeden yoğun avlanmaya başlanmıştır. Bu sebeple ‘dalyancılık sanatı’ yok olmak üzeredir.

Konu ile ilgili tüm resmi unsurlar bir an önce harekete geçmeliler…

Gelişen teknoloji ve yaşam şartlarının yok etmekte olduğu diğer bütün kültürel değerlerde olduğu gibi, dalyancılık sanatı da günümüzde yok olan değerler arasına katılmak üzeredir. Gelişmiş teknolojinin eseri olan güçlü elektronik aletler sayesinde aşırı miktarda balık avlanması, zaten balık stoklarını tükettiği için geri kalan balık miktarı da geleneksel anlamda balıkçılık yapmaya çalışan kesimin geçimine yeterli olmamaktadır. Bu nedenle konu ile ilgili yönetim unsurlarının, bu sanatı yaşatacak önlemleri en kısa zamanda alarak işlerlik kazandırmaları zaruri hale gelmiştir.

Tüm içtenliği ile şahsımı ağırlayan Mordoğan Halkı’na, Mordoğan Belediyesi’ne ve Liman Ailesi’ne bu yazıyı hazırlamama yardımcı oldukları için teşekkür ediyorum..

Ve hepinize gönülden ‘rast gelsin’ diyorum.

Dalyanlarda avcılık, sürekli bekleme ve gözetleme gerektiren bir faaliyettir. Balıkların geliş yönünü yüksek bir yere kurulan kuleden gözetleyen kılavuz, balıklar dalyan ağının üstüne geldiği zaman hem ipi yukarı çeker hem de bağırarak diğer kuledeki arkadaşına ipi çekmesini söyler.

Anadolu Vaşağı 1024 684 admin

Anadolu Vaşağı

 

Bir yandan çayımı yudumluyor, diğer yandan tam karşımdaki geyikleri izliyordum. Bir anda geyiklerin bulunduğu bölgeden, daha önce hiç duymadığım bir ses yükseldi. Bir ürperti ve heyecan belirdi içimde… Sonra, Vaşakların çiftleşme dönemi olduğunu hatırladım.

Avcılık, Emre Seyhan Yazdı


‘Doğa ve Yaban Hayatı’ fotoğrafçılığımın yaklaşık olarak 10. yılındayım… Bu 10 yıl içinde belki de en çok heyecanlandığım anı paylaşacağım bu yazıda sizlerle… 2022 yılı Nisan ayının bir cumartesi günü, yine yaban hayvanlarını görmek ve onları fotoğraflamak için Ankara Beypazarı dağlarına gidiyordum. Alana ulaştığımda kısa bir gözlemden sonra, 4 dişi birey Kızıl Geyik gördüm ve onlara doğru yaklaşmaya çalıştım. Aradaki mesafeyi kapatıp gözleme başladım. Geyik sürüsü tam karşımdaydı; 50 metre – 100 metre ilerimde, bahar çiçekleri ile besleniyorlardı. Kıştan çıkan geyikler, taze otlara kendilerini kaptırmış durumdaydı ve benim alanda olduğumun farkında bile değillerdi. Doğal olarak çok rahat hareket ediyorlardı.

Keyifle geyikleri izlerken, hayatımda ilk kez duyduğum o sesle irkildim…

Fotoğraf işlemi bittikten sonra, artık olayın keyfini çıkarmak için hafif soğuk havada bir yandan kendime çay yapıyor diğer yandan da onları izlemeye devam ediyordum. Ortam; hafif çam ağaçları ve bol meşe ağaçları bulunan, 1000 metre rakım yüksekliğe sahip, kuş sesleri ile cıvıl cıvıl bir bölgeydi.

Çayımı yudumlarken, tam karşımda olan geyiklerin bulunduğu bölgeden, daha önce hiç duymadığım bir ses yükseldi. Bir ürperti ve heyecan belirdi içimde… Sonra, ‘Vaşak’ların ‘çiftleşme dönemi’ olduğunu hatırladım. Evet, evet… Bu ses, bu miyavlama sesi, bir erkek vaşağın çiftleşme amaçlı sadece bu dönemde çıkardığı bir sesti. Yaklaşık 5 dakika sonra, aynı ses bir kez daha yükseldi ağaçların arasından.

Yaklaşık 2 kilometre ilerledikten sonra, orman içerisinde bir patika buldum. Bu patikada domuz, kurt, geyik ve ayı izleri ve dışkıları olduğunu gördüm.

Kesinlikle onu göreceğimi düşünüyordum. Ancak o, kendisini bana göstermiyordu

Büyük bir heyecanla, alanda bu güzel kediyi aramaya başladım. Ses, o kadar yakından geliyordu ki, kesinlikle onu göreceğimi düşünüyordum. Fakat vaşak, bir türlü kendini bana göstermiyordu. Heyecanlı tavırlarım, geyiklerin de dikkatini çekmişti. Beni gördükleri gibi alandan uzaklaşıp gözden kayboldular. Bu telaş, vaşak sesini de ortamdan alıp götürüyordu. İlk kez bir vaşak ile aynı ortamda olduğumu hissetmek bile inanılmaz bir duyguydu benim için. Daha sonra birkaç geyik fotoğraflayıp günümü tamamladım.

Aradan yaklaşık 3 ay geçmişti. Sıcak bir temmuz günüydü. Akşam üzeri karşılaşacağım sürprizden bihaber, ekipmanlarımı arabaya koyarak farklı bir bölgeye doğru yola çıktım. Hava çok sıcaktı, güneş tam tepemdeydi. Ben de bu zamanı yolda geçirerek, güneş ışınlarının biraz daha batıya yatmasını ve etkisini kaybetmesini düşünerek yol alıyordum.

Gitmek istediğim bölgeye ulaştığımda, saat 13.30 civarlarındaydı. Gittiğim alan ise 1506 metre rakımdaydı. Sırt çantamı, kameralarımı ve fotoğraf makinamı hazırlayıp; ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım.

Normal bir kediden 5-6 kat daha fazla ağırdır. 80-130 santimetre boy uzunluğu, 50-75 santimetre omuz yüksekliği vardır. Kuyrukları kısa ve kuyruk uçları siyah renklidir. Kuyruk uzunluğu 10-25 santimetre arasındadır. Kulakları dik ve uzundur, kulak uçlarında siyah tüyler bulunmaktadır.

Patikaya ‘fotokapan’ koydum. Hangi türlerin geçtiğini rapor edecektim

Yaklaşık 2 kilometre ilerledikten sonra, orman içerisinde bir patika buldum. Bu patikada domuz, kurt, geyik ve ayı izleri ve dışkıları olduğunu gördüm. Patikaya 1 adet ‘fotokapan’ koyarak hangi türlerin geçiş yapacağını daha net görebileceğimi düşündüm.

Bulunduğum bölgenin zirvesine doğru yola devam ediyordum. Daha önce bölgede keşif yaptığım için, orman içerisinde yaban hayvanları için bir su çeşmesi olduğunu biliyordum. Bu çeşmede kısa bir mola verdim. Birkaç dakika sonra arkamı döndüğüm anda, açıklık alanın tam ortasında bir objenin, iri gözleri ile bana baktığını gördüm. Üzerinde benekleri, sivri kulakları ve kulak uçlarında siyah tüyleri olan bir kediydi… Vaşak’tı bu…

Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Sakinleştim ve hızla deklanşöre bastım…

İlk kez göz göze gelmiştik. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Heyecanımı kontrol ederek, çok yavaş hareketler ile fotoğraf makinamı ona doğrulttum ve deklanşöre basmaya başladım. Çok az zamanım olduğunu biliyordum ve 8 kare fotoğraftan sonra vaşak, ormanın içine koşarak kayboldu. İşte bu güzel fotoğrafın kısaca hikayesi böyleydi. Hayatımda yaşadığım en heyecanlı ve unutamayacağım günlerden biri olmuştu ve geriye işte bu harika fotoğraf karesi kalmıştı. Bu fotoğraf; aynı zamanda Türkiye’de ‘en iyi vaşak kategorisi’nde ilk üç fotoğraf arasında olan bir fotoğraf karesidir.

VAŞAK Kedilerin özellikleri

Fiziksel özellikleri
* ‘Kedigiller familyası’nın Avrasya’da en yaygın olan türlerinden bir tanesidir.
* Yaşamış olduğu coğrafya ve iklime göre, birçok değişken vücut şekli, renk ve kürke sahiptir.
* Mevsim geçişlerine göre renklerini, tüylerini ve kürklerini değiştirip; zorlu kış ve yaz şartlarına hazırlanırlar.
* Normal bir kediden 5-6 kat daha fazla ağırlığa sahip olan vaşaklar, 12-30 kilogram arası ağırlığa sahiptirler. Bu ağırlıklar erkek ve dişilerde farklılıklar göstermektedir.
* 80-130 santimetre boy uzunluğu, 50-75 santimetre omuz yüksekliğinde vücut ölçüleri vardır.
* Kuyrukları kısa ve kuyruk uçları siyah renklidir. Kuyruk uzunluğu ise 10-25 santimetre arasında değişmektedir.
* Kulakları dik ve uzun olup, kulak uçlarında siyah tüyler bulunmaktadır.

Hangi bölge ve iklimde yaşarlar?
* Vaşaklar, çöl iklimi haricinde hemen hemen her coğrafik bölgede hayat sürdürebilmektedir.
* Deniz seviyesinden 3 bin metre rakıma kadar olan yüksekliklerde görülebilirler.
* Ülkemizde İç Anadolu, Akdeniz, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz bölgeleri en fazla ve sık görüldükleri bölgelerdir.
* Vaşaklar, ülkemizin en hızlı koşan memeli ve avcı türleri arasında ilk sırada yer almaktadır. İyi bir dağcı olması haricinde, mükemmel bir yüzücü olma özelliğine de sahiptir.
* Vaşaklar insanlardan uzak durmak istediği için gündüzleri çok fazla göz önünde bulunmazlar. Akşam karanlığının çökmesi ile sabah tan vakti arasındaki zaman diliminde çok aktiftirler.

Nasıl beslenirler?
* Çok hızlı, çevik ve boyutuna oranla güçlü bir yırtıcı olup, kendisinden 10 kat büyük bir geyiği bile avlayabilirler.
* Besin zincirinin en tepesinde yaban tavşanı bulunur.
* Bununla beraber kemirgenler, sürüngenler, bütün kuş türleri ve memeli türlerini avlamakta profesyonel bir avcıdırlar.

Nasıl ürerler?
* Belirli bir bölgesi olan vaşaklar, tüm hayatlarını bu bölge içerisinde geçirirler. Bu durum, başka bir vaşak tarafından yerinden kovulma ya da çiftleşme döneminde farklılık gösterebilir ve bölge dışına çıkıp kendisine eş arayabilirler.
* Çiftleşme dönemi ocak-mart ayları arasında olur.
* Dişi vaşağın gebelik süresi yaklaşık 70 gün civarındadır ve 1-3 birey arasında yavru dünyaya getirebilirler.
* Yavruların anneden ayrılma zamanı ise annenin kendisini tekrar çiftleşmeye hazır hissetmesine kadar geçen süredir. Bu süre 1-2 yılı bulabilir.
* Dişi vaşaklar erkeklere göre daha çabuk erginleşirler ve 20 aylıkken çiftleşmeye hazır olurlar. Erkeklerde ise bu süre, 30-35 ay kadar zaman almaktadır.

Anadolu’dan Atayurduna: MOĞOLİSTAN 1024 684 admin

Anadolu’dan Atayurduna: MOĞOLİSTAN

Çok tercih edilmeyen bir coğrafya olduğu için yalnızca iki alternatif uçuş var; biri Moskova aktarmalı Rus Hava Yolları ile, diğeri de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek aktarmalı Türk Hava Yolları ile. Biz THY‘yi seçtik. Bu uçuşta Bişkek’de 12 saat bekleyeceğimiz bir aktarma yapmamız gerekiyordu.

Esmeri Alev Ekebaş Yazdı


Sınır Tanımayan Dağcılar Spor Kulübü’nün Başkanı Ethem KURUÇAY ile STD üyeleri ile Moğolistan’a yaptıkları gezi hakkında konuştuk. 3000 km yol yaptıkları gezinin büyüleyici yanları, Orhun Vadisi, Orhun Yazıtları, Dukha Türkleri, Altay Dağlarının göründüğü kadar sert olması, kuşların efendisi kartalın kutsallığı, yemek ve göçebe kültürünü konuştuk.

* Esmeri Alev EKEBAŞ: Sayın Ethem Kuruçay, Sınır Tanımayan Dağcılar Spor Kulübü’nün başkanısınız. Bize, kendiniz ve kulübünüz hakkında bilgi verebilir misiniz?

Ethem KURUÇAY: Bana bu şansı verdiğiniz için teşekkür ederim. Ben, emekli olmuş, ama çalışmaya devam eden bir Veteriner Hekimim. Doğa sevdalısıyım, iki yıldır da üyesi olmaktan gurur duyduğum kulübüme Başkan olarak hizmet vermekteyim. Bizler, her hafta, Bursalılar olarak, sahip olduğumuz en önemli değerlerden biri olan Uludağ’ımızın farklı rotalarında doğa yürüyüşleri yapıyoruz. Bunlara ilave olarak da hem ülkemizin hem de dünyanın farklı coğrafyalarında etkinlikler düzenliyoruz. Dağcılık Federasyonu’na üye, federe bir kulübüz.

* Türkiye’nin ve dünyanın farklı coğrafyaları dediniz. Bize, ülkemizde çıktığınız dağlar ile dünyada hangi ülkelerde faaliyet yaptığınızı söyleyebilir misiniz?

Ülkemizin neredeyse tüm dağlarına kulüp olarak gittik ve zirvelerine çıktık. Ağrı Dağı, Kaçkarlar, Erciyes, Kaz Dağları, Süphan, Hakkari’nin dağları, Torosların farklı zirvelerini bunlardan birkaçı olarak söyleyebilirim. Asıl kulübümüzü farklı kılan, dünyanın farklı coğrafyalarında faaliyetler düzenlemiş olmamızdır. Bunlar; Gürcistan’ın Kazbek Dağı, Fas’ın Atlas Dağları, Peru’nun And Dağları, Nepal’in Everest Ana Kampı, Tanzanya’nın Kilimanjaro Dağı, Moğolistan’ın Sayan Dağlarına bağlı Mönkh Saridağ Dağı gibi.

* Sınır Tanımayan Dağcılar olarak dünyanın birçok coğrafyasına gitmişsiniz. Bu sefer niçin Moğolistan’ı tercih ettiniz? Sizi oraya çeken neydi? STD üyeleri ile 3000 km yol yaparak Moğolistan’a gezi düzenlemiştiniz. Bursa’dan Moğolistan’a gidişiniz için “Anadolu’dan Atayurda ziyaret” dediniz. Bu gezi kararınızı, size eşlik eden arkadaşlarınızı ve amacınızı anlatır mısınız? Böyle bir faaliyeti kulübünüzden kaç lisanslı sporcu ile yapmayı planladınız? Bizlerle isimlerini paylaşır mısınız?

Muhtemelen bizi oraya çeken; Moğol kültürünü yakından tanımak, hatta onlar gibi doğal ortamlarda, bozkırlarda yaşamak diyebilirim. Bunun yanında, bütün faaliyetlerimizde olduğu gibi asıl hedefimiz, yüksek bir dağa çıkmayı ve Moğolistan’a özel ne varsa gidip görmeyi ve bilmeyi istemekti.

Bunun için faaliyet öncesi kulüp üyelerimizden talep topladık ve istek gösteren 11 arkadaşımızla çıktık yola:

Türkiye’de, Suriye sınırındaki Rus uçağını düşürme olayı daha yeni olmuştu ve Ruslar Türklere karşı çok kızgındı. Rus makamları; Bu dağın Rusya tarafından Rus dağcılar da tırmanırsa, sizler de tırmanıp zirvede bayraklarınızı açarsanız sıkıntı çıkar. bahanesiyle bizi oyaladılar…

* Moğolistan dünyanın bize göre oldukça uzak bir noktası. Buraya faaliyet düzenlemek zor olmadı mı? Bildiğim kadarıyla tur şirketleriyle bile gitmenin neredeyse imkânsız olduğu bu coğrafyaya nasıl gittiniz?

Çok haklısınız. Nasıl gideceğimiz konusunda baştan biz de zorlandık. Ama yoğun bir arayış içerisine girdik ve Başkonsolosluk, Büyükelçilik, Dış Ticaret Müşavirliği, TİKA, oradaki ticari Türk işletmeleri ve daha önce oralara seyahat etmiş Türklerin sosyal medya adresleri gibi yazılabilecek veya yardım istenebilecek aklımıza neresi geldiyse yazdık, mail attık. Somut olarak yalnızca Dış Ticaret Müşavirliği aracılığıyla, Türkiye’de üniversite okumuş beş Moğol vatandaşının mail adreslerine ulaşmak bizim için bir çıkış yolu doğurdu. O beş kişiden biri olan Buyan İshidori, bize yardım edebileceğini söyledi ve bütün planlarımızı onun üzerinden yaptık ve gerçekleştirdik. Buyan; Bursa’da Uludağ Üniversitesi’nde okumuş, kendini gerek Bursa’ya gerekse Türklere borçlu hisseden bir Moğol vatandaşıydı. Gitmeden önce Buyan’la 71 kere karşılıklı mail’leşerek bütün faaliyetimizi daha buradan ayrılmadan organize ettik. Araba kiralamamız, kalacağımız yerler, ne yiyip ne içeceğimiz, gezeceğimiz yerler ve çıkacağımız dağ için alınacak izinler gibi bir çok detayı, gitmeden önce yazıştık ve organize ettik. Ve oraya gittiğimizde her şey planladığımız gibi gelişti.

* Ülkeler birbirinden uzak. Dolayısıyla bizlere Moğolistan yolculuğunuzdan ve oraya nasıl ulaştığınızdan biraz bahseder misiniz? Oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan ve beş bölgeye ayrılan Moğolistan’da gezi rotanızı nasıl belirlediniz? Rotayı ve konaklama alanlarınız nereleri oldu* Bu organizasyonda yanınızda Moğolistan’dan hangi kişi ve kurumlar vardı?

Çok tercih edilmeyen bir coğrafya olduğu için yalnızca iki alternatif uçuş var; biri Moskova aktarmalı Rus Hava Yolları ile, diğeri de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek aktarmalı Türk Hava Yolları ile. Biz THY‘yi seçtik. Bu uçuşta Bişkek’de 12 saat bekleyeceğimiz bir aktarma yapmamız gerekiyordu. Biz de Bişkek’te yapacağımız bu 12 saatlik aktarmada hem şehir merkezini ve alışveriş yerlerini gezmek hem de Bişkek’e 30 km. mesafedeki Ala-Arça tabiat parkını ziyaret etmek için havaalanından bir minibüs kiraladık. Gittiğimiz o bölgeden Tien-Şan dağlarına, yani Tanrı dağlarına uzaktan da olsa bakma ve zirvelerini görme şansını elde ettik. Sonrasında, tekrar hava alanına döndük ve 4 saat süren bir yolculukla Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator’un Çengiz Han Hava Alanı’na iniş yaptık. Uçağımız, dönerken de aynı güzergahı takip etti. Bu sefer Bişkek’i gezerken güzel bir restoranda bazı arkadaşlarımız at eti yerken, bazı arkadaşlarımızın da Özbek pilavı ve Kırgız mantısının tadına bakma şansları oldu.

* Normalde bizler Moğolistan denince Gobi çölünü ve uçsuz bucaksız bozkırları hatırlıyoruz. Sizler dağcı bir grupsunuz. Moğolistan’da dağcılık hangi seviyede ve çıkacağınız dağı seçmek kolay oldu mu?

Evet, çok doğru söylüyorsunuz. Bu anlamda ülke hem zengin hem de fakir. Yani dağlar batıya toplanmış. Kazakistan, Çin ve Rusya sınırlarının kesiştiği noktaya. Altay Dağları var. Fakat başkent Ulan Bator’a 1700 km. mesafede. Ulaşmak, kara yoluyla neredeyse imkânsız. Havayolu ise küçük uçaklarla hem pahalı hem de zor. O yüzden ülkenin güneyini de Gobi çölünün kapladığını ve bazı dağlara da kutsallığı yüzünden izin verilmediğini düşünürsek, biz de çıkacağımız dağı, kuzeyde, Rusya sınırındaki Sayan dağ grubunun bir parçası olan Mönkh Saridağ Dağı olarak seçtik. Tabi, doğru bir tercih yapamadığımızı oraya gidince anladık. Moğol makamlarından bütün izinlerimizi almış olmamıza rağmen, dağın kuzey kısmı Rusya sınırları içerisinde olduğundan, son gün, dağın eteklerindeki Rus irtibat bürosu iznimizi imzalamayarak bize zorluk çıkardı. Türkiye’de, Suriye sınırındaki Rus uçağını düşürme olayı daha yeni olmuştu ve Ruslar Türklere karşı çok kızgındı. Rus makamları; “Bu dağın Rusya tarafından Rus dağcılar da tırmanırsa, sizler de tırmanıp zirvede bayraklarınızı açarsanız sıkıntı çıkar.” bahanesiyle bizi oyaladılar ve iznimizi beş saat gecikmeyle onayladılar.

Bizler de geç kalmamıza rağmen, aramızdan seçtiğimiz beş arkadaşımızı yerel dağ rehberi eşliğinde aceleyle dağa gönderdik. Tırmanma esnasında rehberimizin zamanın dönüş için çok yetersiz olacağını söylemesiyle, gece karanlığında patikası olmayan dağdan dönmemek veya belki de dağda bir gece konaklama riskini göze almadığımız için, 3000 m. yüksekliğe yaklaşmışken dönüş kararı almak zorunda kaldık. Çünkü programımız çok sıkışıktı. Bu yüzden planlarımızı bir gün bile sarkıtma şansımız yoktu.

o vadide geceleyen 200.000 kişilik Moğol ordusunun sabah sefere doğru yola çıktığını hayal etmek bile, bulunduğumuz yerlerin önemini bir kez daha bizlere hissettiriyor.

* Moğolistan, tarihsel anlamda çok eski bir yerleşim yeri. Çevrenize hangi gözle baktınız? Bir Türk olarak sizi en çok etkileyen ne olmuştu?

Tabi, bizler için kadim topraklar diyebileceğim yerlerde olmak çok heyecan vericiydi. Hun Türkleri, Uygurlar, Göktürkler, Avarlar gibi bazı Türk

topluluklarının buralarda yaşamış, hüküm sürmüş, yüzyıllarca at koşturmuş ve kılıç kuşanmış olduğunu biliyor olmak, çevrenizi farklı gözlerle izlemenize sebep oluyor. Tarihte Türk kelimesinin yazılı olarak karşımıza çıktığı ilk yazıtlar olan Bengütaşlar’a, yani Bilge Kağan ve Kültiğin’in yazdırdığı dikili taşlara dokunma şansımız oldu. Bu bile sizi heyecanlandırmaya fazlasıyla yetiyor. Bu yazıtların replikalarını, ilk defa bulundukları yerlere dikmişler, asıllarını da hemen yanında yapılan müzede sergilemekteler. Bizler de bu dikili taşların birkaç yüz metre yakınında geceyi, Moğolların GER dediği, bizlerde ise YURT diye söylenen çadırlarda geçirdik. Yani, Orhun vadisinde ve Orhun nehrine bakarak yaşanmış bir gün ve bir gece. Ayrıca Moğol imparatoru Cengiz Han’ın başkent olarak da seçtiği, Karakurum da denen bu topraklara yüksekten bakmak ve o vadide geceleyen 200.000 kişilik Moğol ordusunun sabah sefere doğru yola çıktığını hayal etmek bile, bulunduğumuz yerlerin önemini bir kez daha bizlere hissettiriyor.

* Bu bahsettiğiniz eski kültürel kimliklerini günümüze taşıyan göçer veya yerleşik insanlar, kabile veya topluluklar var mıydı? Yakından görme şansınız oldu mu? Moğol ve Kazak kültürüne dair izlenimleriniz ve Türk kültürü ile olan bağlantılarını gözlemlerinizi anlatır mısınız? Tabii Dukha Türkleri ile anılan Ren Geyiklerini de unutmamak gerekli. Qusbegi Kazak göçmenleri ile karşılaştınız mı? Dukha Türkleri, kökenleri, yaşam alanları, dilleri ve kültürlerinden bahseder misiniz? Türkiye ile yakınlıkları, Türklere benzer yönleri, adetleri, kullandıkları ortak kelimeler, bağları nelerdir? Türkçenin hangi lehçesini konuşuyorlar? Göçebe hayatlarını atlar, ren geyikleri, kartallar, şahinler ve aileleri ile birlikte nasıl sürdürüyorlar. Şaman kültüründen hangi izleri taşıyorlar? Bu oramda neler hissettiniz? Neler gözlemlediniz?

Evet, bu anlamda çok şanslıydık. Sayan Dağları’nın uzantısı olan çıkacağımız dağ için 750 km. kuzeye doğuya gitmiştik. O bölgeler güney Sibirya diye biliniyor ve soğuk iklim şartlarına dirençli Tayga ormanları ile kaplı. Bu coğrafyada sayıları 400’ü geçmeyen Tuva Türkleri veya Dukhalar da denen, Ren geyiği çobanlığı yapan göçer topluluklar yaşıyor. Biz, bu topluluğa dahil birkaç çadırdan oluşan bir klanın biraz güneye indiğini ve Ren geyiği boynuzundan yapılmış hediyelik eşya sattıklarını rehberimiz vasıtasıyla haber aldık ve rotamızı onlara doğru çevirdik. Onların lideri ve en önemli kişisi olan bir Şaman kadınla, rehberimiz aracılığı ile sohbet ettik ve sorunlarını dinledik. Hatta akşam bizleri bir şaman ayinine katılmamız için davet ettiler. Orada ren geyiklerini görmek, onlara dokunmak ve yöresel kıyafetlerle resimler çektirmek bizleri yeteri kadar heyecanlandırmıştı.

Daha sonrasında Orta Moğolistan’ın bozkırlarında arabalarımızla güneye doğru yol alırken, yol yakınındaki bir Moğol çadırına konuk olduk. Çat kapı biz geldik misali. Küçük bir çekirdek aile, bizleri ağırlamak için adeta etrafımızda pervane oldu. Bir göz oda büyüklüğündeki çadırlarında, yedirdiler, içirdiler bizleri. Onların atlarına bindik, kış için kuruttukları peynirlerinin ve kurutulmuş etlerinin tadına baktık. Unutamayacağımız anılarla ayrıldık onların yanlarından.

Nüfusun yaklaşık üç buçuk milyon olduğu bir ülkede 39 milyon at var desem, herhalde size biraz fikir vermiş olurum. Bunların bir kısmı sahipli ama büyük bir çoğunluğu da bozkırlarda sürüler halinde…

* Moğolistan’da hep hayvanların çok olduğunu söylerler, hatta başı boş gezen atlardan bahsederler. Moğolistan kültürü atlar ve kartallarla bütünleşmiş. Atlara ve kartal/şahin verilen önem yaşama nasıl yansımış? Altın Kartal Festivali yapılıyor. Bu muhteşem hayvanlarla Moğolistan gezinizde nerede, nasıl karşılaştınız?

Nüfusun yaklaşık üç buçuk milyon olduğu bir ülkede 39 milyon at var desem, herhalde size biraz fikir vermiş olurum. Bunların bir kısmı sahipli ama büyük bir çoğunluğu da bozkırlarda sürüler halinde, başı boş yaşıyorlar. Küçükbaş hayvan sahibi olan Moğolların sürülerindeki hayvan sayısı, binli rakamlarla söyleniyor, 3000- 5000 koyun gibi. Sürüler o kadar büyük ki, çobanlar, işlerini ya at sırtında ya da motosikletlerle yapıyorlar. Tabi bir de oralarda soğuk havalara dayanıklı YAK denen büyükbaş hayvanlar var. Bizim sığırlarımızdan daha uzun tüyleri olan bu hayvanlar, -50, -60 derecelerde hayatlarını devam ettirebiliyorlar.

Ayrıca bizim buralarda nasıl karga ve saksağan çoksa, oralarda da kartal ve şahin o kadar çok. Gökyüzüne baktığınızda bir kartal veya başka bir yırtıcı kuş görmemeniz imkânsız gibi. Biz de bunları bol bol gözledik ve fotoğrafladık.

* Burada yaşayan insanların inanışları konusunda bizlere bir şeyler söyleyebilir misiniz? İbadethane veya tapınakları var mı? Görme şansınız oldu mu?

Bu anlamda da ilginç bir ülke. Yüzde doksan beşi Moğol olmasına rağmen farklı inanışlar var. Çok büyük bir çoğunluğu Tibet Budizmi’ne inanıyor ama onlardan sonraki çoğunluk, inançsız olan Moğollar. Az miktarda Müslüman, Hıristiyan ve Şamanizm’e inanan insanlar da var.

Budist tapınaklardan Ulan Bator’daki Zaisan tapınağı ile Karakurum’daki Erdene-Zu tapınaklarını görüp, gezebildik.

Yüzde doksan beşi Moğol olmasına rağmen farklı inanışlar var. Çok büyük bir çoğunluğu Tibet Budizmi’ne inanıyor ama onlardan sonraki çoğunluk, inançsız olan Moğollar. Az miktarda Müslüman, Hıristiyan ve Şamanizm’e inanan insanlar da var.

* Bizlerde, Moğol imparatorluğu denince Cengiz Han, Cengiz Han denince Moğollar aklımıza geliyor. Bu etkileşimi orada hissettiniz mi? Onlar için Cengiz Han ne ifade ediyor?

Moğollar, var oluşlarını Cengiz Han’a borçlu olduklarını düşünüyorlar. Bizler nasıl Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü şükran ve minnetle her fırsatta anıyorsak, onlar da aynısını Cengiz Han için yapıyorlar. İsmini havaalanlarına, yollara, müzelere, bulvarlara, meydanlara veriyorlar ve onu unutmayıp, unutturmuyorlar. Ayrıca dünyadaki şu ana kadar 45 m. boyuyla yapılan en büyük insan heykeli, Cengiz Han’a ait. O heykelle ilgili şöyle bir hikâye anlatılır Moğolistan’da, kısaca aktarmak isterim. ‘’Bir gün Cengiz Han, ikinci Çin seferinden dönerken, ordusuyla yoğun siste yolunu kaybetmiş. Sis, günlerce kalkmamış. Gece Cengiz Han, Gök Tanrı’ya; “Bana yolumu göster.” diye yalvarmış. Sonra, gece rüyasında tanrı ona, sabah kalktığında atının kırbacını göğe savurmasını ve tutamacı hangi yönü gösteriyorsa ordusunu o yöne götürmesini söyler. Sabah kalkınca rüyasını komutanlarına anlatır ve kırbacını savurup tutamacı istikametinde ordusunu götürür. Bir süre sonra ordu Karakurum’a varır.’’ İşte bu anlatılan olayın gerçekleştiği yere Moğol hükümeti, dünyanın en büyük heykelini yapar ve anıtlaştırır. Biz de üzerine asansörle çıkılan, Cengiz Han’ın atının üzerinde ovaya baktığı bu heykeli ziyaret ettik. Ve atının iki kulağı arasına yapılan platformdan uçsuz bucaksız ovaya doğru baktık.

* Moğolistan’ı bizlere çok güzel anlattınız. Başka aklınıza gelen bir şeyler varsa onları da hatırlamanızı isteyeceğim. Çünkü bu söyleşiden sonra mutlaka başkaları da o kadim topraklara gitmek isteyecektir. Anılarınız bizler için çok değerli ve önemli bir yol gösterici oldu.

Bizler Gobi çölünü göremediğimiz için biraz eksik kalmış olsak da Moğolistan’ın bütün eşsiz doğal güzelliklerini görme şansımız oldu. Hatta sönmüş bir yanardağın kraterinden içeriye doğru bile baktık.

Orta Moğolistan’da, Hustai Milli Parkı’nda, günümüzde doğada serbestçe gezen Yılkı atlarının ataları olan, şu an soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Przewalski atlarını görebilmek için, sabah çok erken saatlerde su içmeye gelecekleri bir vadinin yamacında bekledik. Yaşadıkları doğal ortamlarda onları gözlemledik. Gerçi bu atlardan olmasa da diğer atlardan elde edilen sütlerin fermantasyonu ile elde edilen Kımız içeceğini de tatma şansımız oldu. Bu da bizler için oldukça farklı bir deneyimdi.

Bu faaliyetimiz boyunca, 10 gün içerisinde, kiraladığımız 4×4 araçlarla 2700 km. yol yaptık. Dağlarını gördük, kültürlerini tanıdık, yemeklerini yedik, sularını içtik. Yanımızda binlerce fotoğraf, onlarca video ve yaşanmış, anlatılacak birçok hikâye ile geri döndük.

Bizler Gobi çölünü göremediğimiz için biraz eksik kalmış olsak da Moğolistan’ın bütün eşsiz doğal güzelliklerini görme şansımız oldu. Hatta sönmüş bir yanardağın kraterinden içeriye doğru bile baktık.

* Fotoğrafları kullanım izni verir misiniz? Eklemek istedikleriniz var mı? Sizlere sosyal medya aracılığı ile ulaşmak isteyenlere sosyal medya adresinizi vermek ister misiniz?

Fotoğraflarımı kullanım izni veriyorum. Sınır Tanımayan Dağcılar Spor Kulübü’nün facebook’da SINIR TANIMAYAN DAĞCILAR, Instagram da sinirtanimayandagcilar sosyal medya sayfalarından bize ulaşabilirler.

Suyun Öte Yakasına Geçen ‘Ala Geyiğin Türküsü’ 819 1024 admin

Suyun Öte Yakasına Geçen ‘Ala Geyiğin Türküsü’

İslam öncesi Türk inanç, kültür ve sanatında; Geyik sembol ve motifi önemli bir yer tutar. Bu inanca göre Geyik; ‘yol gösterici, Tanrı katına erişebilen kutsal bir hayvan’dır. Geyiğin boynuzları, ‘Hayat ağacını andırır’ ve ‘Hayat ağacı’ ile ilişkilendirildiğinden; göğe Tanrı katına uzanı. Bu nedenle geyiğin, iyi insanların ruhlarını Tanrı katına sırtında taşıdığına inanılmıştır.

Türkolog, Fatih Mehmet Yiğit Yazdı


Erken dönem Türk mezar ve kurganları ile taş betiklerde ve çizimlerde yoğun olarak geyik sembolünün kullanılmasının bir nedeni budur. Daha sonraları bu taşıyıcı hayvan motifinde geyiğin yerini ‘Pazırık İskit kurganı’nda görüleceği üzere geyik boynuzu süsü verilmiş at almıştır. Daha sonraları da boynuzlu dağ keçisi almış, özellikle Gök-Türkler döneminde ‘tamga’ olarak sıklıkla kullanılmıştır.

İslam sonrası dönemlere ise bu taşıyıcı hayvan ‘boynuzlu koç’ olmuştur. Koç başlı mezar taşları bunu ifade eder. Ayrıca bazı mezar taşlarına konulan boynuzlu koç kafatası da bu kültürün devamıdır. Hâlâ Anadolu’da ‘Kurban Bayramı’nda kesilen kurban hayvanının, ölen kişiyi sırtında taşıyacağı, sırat köprüsünü uçarak ve geçerek ölen kişiyi cennete taşıyacağına yönelik inanç, bu kültürün devamı niteliğindedir.

Gök-Tanrı’ya sunulan adak ve kurbanlarda ‘Geyik’, ‘At’ ve ‘Koç’ kurbanlarının bir nedeni ise; Tanrı’dan ‘kut’ almak ve dilekte bulunmaktır. Yine ‘Kam/Şamanlar’ın ritüellerinde geyik boynuzlu başlık giymeleri de sembolik olarak Gök-Tanrı katına erişmeyi ifade ettiğinden, ‘kötü ruhları kovucu’ anlamını da taşımaktadır.

Konumuza dönersek… Geyiğin sesi de böğürmesi de kutsaldır. Bu nedenle Türklerce yapılan, savaşlarda ve uzaklara haber iletmede kullanılan üflemeli çalgı olan ‘Türk karay ve boruları’ geyik sesini taklit eder.

Türk Göktengri inancına göre, 3 bin yıllık ‘Ruh taşıyıcı geyik taşları ve hikayesi:

Geyik taşlarının tarihi, Türk Devletleri’nin kurulduğu Moğolistan’da ve Kazakistan’da yatıyor. Moğol bilim insanı Prof. Bayarsaihan Jamsranjav’a göre, bronz çağından kalma yaklaşık 3 bin yıllık geyiklerin betimlendiği taşlara ‘geyik taşları’ denir. Bu oluklu taşlar, boynuzların boynuzlarını ve gökyüzüne doğru uçan geyikleri içeriyordu. 

Dünyada yaklaşık ‘bin 500 anıt geyik taşı’ var. Bu bin 500’ün bin 300’ü Moğolistan’dadır. Diğer iki yüz anıt ise şöyle dağılır; Altay dağında 60, Yenisey’de 20 ve Sibirya’da 60 geyik taşı vardır. Doğu Kazakistan’ın Tarbagatay dağlarında yaklaşık 40 geyik taşı var. Xinjiang Altay’da 92 geyik anıtı var. Ayrıca Kafkasya ülkelerinde de 24 geyik anıtı vardır. 

Üç bin yıl önce Türkler inanışlarına göre, ölen devlet adamları için kurganlar yaptılar. Kurganların yakınlarına da geyik taşlarını diktiler. Bu geyik taşlarının kurgandakilerin ruhlarını gökyüzüne taşıyacağına inanılırdı.”

* (Türk Dünyası Dergisi 2020)

Üç bin yıl önce Türkler inanışlarına göre, ölen devlet adamları içinkurganlar yaptılar. Kurganların yakınlarına da geyik taşlarını diktiler. Bu geyik taşlarının kurgandakilerin ruhlarını gökyüzüne taşıyacağına inanılırdı.

Proto-Türkler’e ait Altay Kalpak Taş Petroglifleri, gece ve yıldızlar…

Göğe yolculuk; uçmağa (cennete) / Tanrı katına varmak…

İdil Nehri, Türkler’in büyük göçlerinin önlerindeki en büyük engeldi. Aşılması en zor olan gürül gürül akan nehri, Buzul Çağı’nın son evrelerinde (konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için: ‘Türkoloji Makaleleri’ kitabımdaki, Türkler’in Büyük Kağanı Dünya Fatihi; Oğuz Kağan’ın Yaşadığı Çağ Ve Coğrafya Üzerine Değerlendirmeler’ adlı makalemi okuyabilirsiniz), yani M.Ö. 10 binlerde ilk aşanlar, Oğuz Kağan destanında anlatıldığı üzere Oğuz Kağan ve savaşçılarıydı. Uygur harfleri ile yazılı en eski Oğuz Kağan Destanında bu olay şu şekilde anlatılmaktadır:

Tan ağarınca Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt/börü çıktı. Bu kurt/börü, Oğuz Kağan’a hitap etti ve “Ey Oğuz, sen Urum (Batı) üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum” dedi.  

Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını dürdürdü ve gitti. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve kurdun ardı sıra ordu gelmektedir. Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek kurt, birkaç gün sonra durdu. Oğuz Kağan da askeri ile durdu. 

Burada İtil Müren adında bir deniz vardı. Bu İtil Müren’in kenarında bir kara dağın önünde savaş başladı. Okla, kargı ile ve kılıçla vuruştular. Askerlerin arasında vuruşma çok oldu, halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Boğuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren’in suyu zencefre gibi baştan başa kıpkırmızı oldu. 

Oğuz Kağan yendi ve Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan’ın hanlığını ve halkını aldı. Onun ordugâhına pek çok cansız ve pek çok canlı ganimet düştü. Urum Kağan’ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beg idi. 

Bu Uruz Beg oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı ve «Şehri korumak gerek, sen şehri bizim için koru ve savaştan sonra bize gel» dedi. Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beg’in oğlu, ona çok altın ve gümüş yolladı ve dedi ki «Ey (Oğuz Kağan), sen benim kağanımsın; babam bana bu şehri verdi ve ‘Şehri korumak gerektir; sen de şehri benim için koru ve savaştan sonra gel’ dedi. Babam (sana) kızdı ise, bu benim suçum mudur? Ben senin emrini yerine getirmeğe hazırım. Bizim saadetimiz senin saadetindir; bizim uruğumuz senin ağacının (‘?) yemişindendir. Tanrı sana yer vermek lütfunda bulunmuş; ben sana başımı ve saadetimi veriyorum. Sana vergi veririm ve dostluktan çıkmam» dedi. 

Oğuz Kağan, yiğidin sözünü iyi gördü, sevindi, güldü ve “Sen bana çok altın yollamışsın ve şehri iyi korumuşsun” dedi. Onun için ona ‘Saklap’ adını koydu ve onunla dost oldu. Sonra Oğuz Kağan, askerler ile İtil adındaki ırmağa geldi. İtil büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve “İtil’in suyunu nasıl geçeriz?” dedi. 

Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı Uluğ Ordu Beg idi. O akıllı bir erdi. Gördü ki, bu yerde pek çok dal ve pek çok ağaç var. O ağaçları kesti ve bu ağaçlara yattı, geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve “Sen burada bey ol; senin adın Kıpçak Beg olsun” dedi. 

Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök yeleli erkek kurdu gördü. O kurt, Oğuz Kağan’a “Şimdi Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek, halkı ve beyleri götür. Ben önden sana yol gösteririm” dedi. Tan ağarınca, Oğuz Kağan gördü ki, erkek kurt askerin önünde yürümektedir; sevindi ve ilerledi.

* (Kaynak: Oğuz Kağan Destanı/ W.Bang Ve G.R.Rahmeti Arat/İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Semineri Neşriy A Tından İstanbul 1936 Sayfa:19-23)

Daha sonraki dönemlerde de Ural-Altay dil grubuna göre, Türkler’in bir kolu zamanında gök renkli kurt/Gök-Börü öncülüğünde İdil nehrini geçerek batıya göç etmiş. (Başkurt ismi bu destan nedeniyle kurtlara yani Türkler’e yol gösteren Başkurt anlamında verilmiş) Doğu’da kalan grup Altay grubu iken, Batı’daki grup İdil-Ural grubu (Macar, Fin, Bulgar, Çuvaş, Gagavuz/Gök-Oğuz, Başkurt Türkleri) oluşmuş. Zaman zaman doğudan batıya göçler çağlar boyu süregelmiş, gitmiş… (İskit, Hun, Avar, Oğur, Altınordu/Kırım Tatarları gibi…)

Bu göçler Çuvaşistan (Çavuş) Türkleri’ne ait Alp destanı ile Başkurt Türkleri’ne ait destanlarda şu şekilde geçmektedir:

ALP DESTANI:

Dostlarım, siz kutsal kurdun şarkısını duydunuz mu?

Duymuşsunuzdur. O bugün de, Alp’ı götürdüğü zamandaki gibi söylüyor. Bize, Aşa Pihambar’ın (Tanrı elçisinin) duygularını ulaştırıyor.

Atalarımız zamanında, uzakta Altın Dağları tarafında, Alp yiğit milletiyle yaşarmış. Sürü sürü hayvan beslermiş. Onların atları, kırlarda özgürce gezermiş. Semiz öküzler böğürüp yüksek dağları titretirmiş. Günler geçmiş. Yıllar bitmiş.

Alp yiğit bir gün batıdaki bereketli kırlar tarafına göç etmeyi düşünmüş. Boyların yöneticilerini bir yere toplayıp amacını söyleyerek konuşmuşlar. Boyların yöneticileri onunla anlaşmışlar. Sonra, Alp de o akşam gece yarısı olunca, Gök-Tanrı ile konuşmak için dağa çıkmış.

Dualarını edip bitirince Alp’ın önünde aniden bir kurt görünmüş. Onun çevresi ışıkla kaplıymış. İnsan gibi konuşarak o, büyük Alp’e şöyle demiş:

– “Büyük Alp, büyük Tanrı’nın emriyle ben seni arkamdan batıya doğru götüreceğim. Sen endişelenme! Benim peşimden korkmadan yürü. Ben hep seninle birlikte, senin önünde olacağım. Senin hayvanlarını, halkını koruyacağım…”

Sonra Alp’ın halkı sabahleyin erkenden batıya doğru göç etmek için hareket etmiş. Onun önünde zaman zaman mavi kurt görünmüş. Durup durup ulumuş. Peygamber köpeğinin uluması, Alp’ın halkına şarkı gibi işitilmiş. 

Onun vücudu gece daima, çepeçevre aydınlık içinde görünmüş. Yaşlıların söylediğine göre bu kurt, Alp’ın milletini, Aramaşi Dağı’na doğru götürmüş. Bizim büyük atalarımızın bu çevredeki hayatı böyle başlamış…

Biz kurtlarız. Bizim neslimiz Alşih’te en eski diye bilinir. O, kurt soyundan türemiştir. Memurlar, bizim soyadımızı değiştirdiklerinde Rusça ‘volkov’ diye yazmış. Atalarımızın büyük büyük babası bu yüzünden çok sinirlenmiş:

– “Biz kurtoğulları oluruz?! Biz kurduz. Alp halkını buraya, Tanrı Kurdu’nun işareti ve yol göstermesiyle getirdi. Biz, o kurdun, o halkın neslindeniz…» diyerek Alp hakkındaki hikâyeyi anlatmış. “Böylelikle, biz kurtlar, kutsal canın neslindeniz…»

(Çuvaş Türkleri Alp Destanı/Çıvaş Halıh Pultarulıhı, Çıvaş Eposi, s. 41-42/Haz. G. Yumart, İ.G. Trofimova) Şupaşkar 2004.

BAŞKURT DESTANI:

Eski zamanlarda, uzak şarkta yüksek, karlı dağlarda ‘Başkurt, Nogay, Kazak, Kırgız’ kavimleri bir tek babanın evlâdı olarak yaşıyorlardı. O vakit ‘Başkurt’ Nogay ve başka isimler yoktu. Bir zaman bunlar arasında ihtilâf ve mücadele zuhur etti. 

Günlerin birinde bu kabile reisi ava giderken önünde bir kurt peyda oldu. Reis, bu kurdu takip ede ede, cennet gibi ormanları ve nehirleri olan bir azametli dağlara geldi. O vakit kurt, birdenbire kayboldu. Reis anladı ki, bu rehberlik eden kurt, Tanrı’dan bu kavme tayin edilmiş ‘Kut: Talih’dir. 

Reis geriye, şark diyarına vardı. Kavim ve kabilesini beraber alıp Ural dağlarına getirdi. İşte diğer kardeşlerinden ayrılan bu kabileye “Başkurt” denildi ki, “Kurdun baş olup getirdiği kavim” demektir. 

* (İnan, Abdülkadir, “Türk Rivayetlerinde Bozkurt”, Makaleler ve İncelemeler, C II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987.)

Bozkurt/Gökbörü Türkler’in özgürlük ve bağımsızlığını ifade eden Türk kültüründe en önemli sembollerdendir. 

* (Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için: “Türkoloji Makaleleri kitabımdaki; “Türkler’in özgürlük ve bağımsızlık sembolü: Bozkurt/Gök-Börü” makalem okunabilir…)

Mucizevi veya kutsal hayvanla ilgili rivayetleri, Güneydoğu Başkurtları’nın vatanlarına bir kurdu izleyerek geldiklerini hikâye eden rivayetlerine şaşırtıcı şekilde benzemektedir. 

KURT, TÜRKLER’İN ATASIDIR…KURT, TÜRKLER’İN KORUYUCUSUDUR

Kurtla ilgili rivayet, Türk Halkları nezdinde iki temel unsur içermektedir: “Kurt, Türkler’in Atasıdır” ve “Kurt, Türkler’in koruyucusu ve önderidir.” İkinci motif, Başkurt folklorunda özellikle iyi muhafaza edilebilmiştir. Totem, koruyucu ve önder sıfatıyla eski Macar rivayetlerinde yaygın olarak bilinmektedir. 

D.Gyorffy, eski Macar kroniklerinde yer alan bir hikâyeyi aktarmaktadır: “Macarlar’ın Atası Menrot’un oğulları Hunor ile Mogor, av sırasında genç bir geyiği takip ederek Maetois’te (Azak Bataklıkları) yeni vatanları Lebedya’ya giden yolu keşfettiler.” 

Bu rivayetin bir varyantı, Kayserili Propokius’un eserinde ilginç ayrıntılar eşliğinde anlatılmaktadır. Propokius’un anlattığına göre: “Eski çağlarda, kalabalık Hun kitleleri Kuzey Kafkasya’nın geniş topraklarında meskûn oldukları dönemde, Hun Kralı’nın birisi Utigur, diğeri Kutrigur adında iki oğlu vardı. Bir gün av sırasında bu gençler bir geyiği kovaladılar. Geyik onlardan kaçarak bu sulara daldı. Gençler geyiğin peşinden gittiler ve onunla beraber karşı sahile çıktılar.” Hikâyenin devamı özellikle ilginçtir; “Gençler, Maeotis’in diğer sahiline vardıklarında takip ettikleri hayvan hemen kayboldu.” 

Benzer bir hikâye; VI. Yüzyıl Bizans tarihçisi Agathius’un eserinde de yer almıştır. Bu rivayeti Hunlar’la bağlantılı olarak Jordan da (VI.Yüzyıl) anlatmaktadır: “Bu boyun insanları bir defasında her zamanki gibi iç Maeotis sahillerinde av ararken, aniden karşılarında bir geyiğin peydah olduğunu fark ettiler. Geyik suya girdi; kâh ilerledi, kâh durdu, yol gösterdi. Onu takip eden avcılar, Maeotis gölünü yürüyerek geçtiler. Oysa o zamana kadar o gölün deniz gibi geçilmez olduğunu düşünüyorlardı. Ancak hiçbir şeyden haberi olmayan bu kişilerin önünde İskit toprakları görüldüğünde bu geyik kayboldu.”

Hayvanın mucizevi bir kılavuz olarak yer aldığı bu hikâye, batılı yazarların eserlerinde henüz V.Yüzyıl’dan itibaren bilinmekteydi; Sozomen, Zosimus, Eunaphius vb… Mucizevi veya kutsal hayvanla ilgili rivayetleri, Güneydoğu Başkurtları’nın vatanlarına bir kurdu izleyerek geldiklerini hikâye eden rivayetlerine şaşırtıcı şekilde benzemektedir. 

Başkurtlar’ın Ataları da çölleri ve engin bozkırları geçtikten sonra, Urallar’a varınca kurt da aynen geyik gibi kayboluyor. Türkler’in ve Moğollar’ın Atası ve koruyucusu ata kurtla ilgili ve köken itibariyle Orta Asyalı olan bu rivayetle; Hunlar’ın, Bolgarlar’ın veya Madyarlar’ın kılavuzu ve önderi olan mucizevi hayvanla ilgili rivayet arasındaki benzerlik ve paralellikler; bu kadim boyların Asya ve Doğu Avrupa topraklarında yaşanan etnik tarihlerinin bağlantılarına dair yazılı kaynaklara önemli bir ek oluşturmaktadır.

* (Kaynak: İtil-Ural Türkleri/ Ray Gumeroviç Kuzeyev/Selenge Yayınevi sayfa: 159-161)

TAURANLI (TURANLI) TAURİCA (TÜRK) ARTEMİS:

Yunan mitolojisinde avcılık, okçuluk ve ay tanrıçası olarak bilinen Artemis; gerçekte İskit/Saka Türk Efsanesi’dir. Antik çağlarda İskit/Saka Türkleri’nin başkenti Kırım, Taurica (Türk) Chersonnesus ismiyle bilinirdi. 

Bu nedenle Artemis Tauran (Turanlı) Artemis olarak anılmıştır. Gerek MÖ. 3 binlerde Truvalılar ve devamcısı olan Traklar ve Etrüskler vasıtasıyla Grek kültürüne Artemis Miti geçmiş, Etrüsk Türk Sanatındaki Artemis sanat eserleri zaman içerisinde Grek kültürüne mal edilmiştir.

Yine MÖ. 7. Yüzyıl’da İskit/Saka Türkleri’nin Efes bölgesini ele geçirmesi ve Efes şehrini kurması nedeniyle, Efes’te Artemis adına sunaklar yapılmış, Efesli Artemis doğurganlığın sembolü olarak adlandırılmıştır. 

Ve İskit/Saka Türk şehri Efes’ten batı kültürüne Artemis miti aktarılmıştır. Artemis, Mitler’de tıpkı İskitli Amazon Türk kadın savaşçılar gibi bekardır. Tıpkı onlar gibi ok ve yay ile avlanır. Türk Şamanlar ve Türk Destan karakterleri gibi Geyik donuna (şekline) bürünür. Geyik sembolizmi ile anılır.

TÜRKLER’İN TÜREYİŞ EFSANELERİNDE GEYİK

Bazı türeyiş efsanelerinde geyik, Türk topluluklarının atası olarak anlatılmaktadır. Bu, Kuman ve Moğol türeyiş efsanelerinde de görülmektedir. 

“Bazı Türk halkları soylarını kurttan, bazıları da geyikten getirmişlerdi. Çingiz-Han’la ilgili mitoloji bu her iki motifi de birleştirmiş ve Çingiz soyunun babasını kurttan, annesini de geyikten getirmiştir…” * (Ögel, 2010: 45) 

“Cengiz-Han’ın ataları ve Dişi Beyaz Geyik…”: 

Çingiz-Han’ın ilk ataları ile ilgili efsanede, Türkler’in Gök-Kurdu ile beyaz geyikler yan yana gelmiştir… * (Ögel, 2010: 573)

Mağara içerisinde bir Göktürk hükümdarıyla geyik şekline bürünmüş bir tanrıçanın beraber olması efsanesinde vurgulanmaktadır. Çingiz-Han’ın ilk atası olan ‘Gök-Kurt’ ile, karısı ‘Kızıl veya kızılımsı geyik’, bir denizi geçerek gelmişlerdi. Aslen gökte doğmuşlardı. Fakat denizle de ilgileri vardı. Bu eski Göktürk efsanesinde kurdun yerini insan, yani Göktürkler’in ataları almışlardır. Göktürk Hakanı’nın sevgilisi de Deniz-İlahesi olan bir dişi geyiktir… * (Ögel, 2010: 570). 

‘Yaşar Çoruhlu’ bu konuyu şu şekilde belirtmiştir: “Geyiğin deniz tanrıçası sayıldığı bir Göktürk efsanesi de vardır. Çin kaynaklarının aktardığı bir efsaneye göre, Göktürkler’in atalarından birisi mağarada genç bir kız suretindeki deniz tanrıçasıyla sevişmektedir. Ancak hükümdar bu kızın aslında bir ak geyik olduğunu bilmiyordu. Bir sürek avı esnasında sıkıştırılan hayvanlar arasında bulunan bir ak geyiği, askerlerden biri öldürünce gerçek durum meydana çıkar. Zira mağaraya giden hükümdar, sevdiği kızı yerinde bulamayınca onun aslında geyik biçimine girmiş bir ilahe olduğunu anlar…” * (Çoruhlu, 2017: 142)

Moğollar’a göre ise geyik, Tanrısal olarak kabul edilen kurttan aşağıdadır. Ancak yine de kutsal sayılmış ve kurdun eşi olarak kabul edilmiştir. * (Kaynak: Sayın Alsan, Şenay ve Sinem Akın…. “Türk Kültür ve Sanatında Geyik Sembolizmi” Ulakbilge Sosyal Bilimler Dergisi, 45 (2020 Şubat): s. 215-226. doi: 10.7816/ulakbilge-08-45-08)

“Bazı Türk halkları soylarını kurttan, bazıları da geyikten getirmişlerdi. Çingiz-Han’la ilgili mitoloji bu her iki motifi de birleştirmiş ve Çingiz soyunun babasını kurttan, annesini de geyikten getirmiştir...”

ALASIĞIN/ALA GEYİK

Türk, Altay ve Moğol mitolojilerinde kutsal geyiktir. Değişik Türk lehçe ve şivelerinde Alageyik, Alabolan ve Alabuğa olarak da bilinir. 

Türk kültüründe sığın (geyik) kutsal bir hayvandır. Bazen erenler alageyiğe dönüşür. Bazı Türk ve Moğol boyları soylarının bu kutlu varlıktan türediğine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt’tan, diğer kolu ise Gökgeyik’ten gelmektedir. 

Geyik sürülerinin başında bulunan kurtlara da Gökgeyik denilir. Geyiklerin boynuzları kamların en önemli simgelerindendir. Bozkurt gökyüzünün, Alageyik ise yeryüzünün simgesidir. 

Macarların ataları da bir geyiği izleyerek denizi geçmişler ve bu denizin ortasındaki yarı bataklık bir adada türemişlerdir. 

Anadolu ve Asya halılarında ve kilim desenlerinde geyik motifine resim veya sembol olarak sıkça rastlanır. Günümüzde de geyik motifli kazaklar ve çoraplar sıkça karşımıza çıkmaktadır. Anadolu’da alageyiği kovalayan ve kaybolan avcı motifi masallarda ve türkülerde sıkça görülür. * (Kurt, S. Nur (2020). “Türk Mitolojisi Evreninde Geyik Motifi Üzerine Genel Bir İnceleme.” Betik, S. 2, s. 60-73.)

Tekrar olacak ama yine de şu paragrafı da paylaşmak gerek: “Bazı Türk ve Moğol boyları, soylarının bu kutlu varlıktan türediğine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt’tan, diğer kolu ise Gökgeyik’ten gelmektedir. Geyik sürülerinin başında bulunup idare eden kurtlara da Gökgeyik denilir. Geyiklerin boynuzları kamların en önemli simgelerindendir. Kubamaral dokuz boynuzlu, boynuzları dokuz budaklı olarak betimlenir. Bozkurt gökyüzünü temsil eder. Alageyik ise yeryüzünün simgesidir. * (Türk Söylence Sözlüğü, Deniz Karakurt, Türkiye, 2011/Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi (Cilt-1, Sayfa 575)

Geyik sembolü, Türkiye Türkleri’ne ait kültür ve sanatta önemli bir yer tutar. Anadolu’nun ilk ‘Akıncıları’ndan Seyyid Battal Gazi Destanı, tıpkı Ural-Altay Türk Destanları’nda olduğu gibi geyiği takip eden avcı hikâyesi ile başlar.

Destanda Seyyit Battal Gazi düşmanlarına şöyle seslenmektedir:

“Biz kurduz, siz koyunsunuz. Kurt, koyundan istediğini kesmez ve kişi kendi nimetini kimseye yedirmez…” * (Battal Gazi Destanı, Sayfa: 181 – Akçağ Yayınları Dç.Dr. Hasan Köksal)

Battal Gazi; 8. Yüzyıl’da Anadolu’ya akınlar düzenlemiş; Malatya başta olmak üzere birçok ilde yurt tutmuş ve yaptığı akınlarla fetihlerde bulunmuş, 1071’de Malazgirt’te Alparslan ile birlikte Anadolu’nun kapılarını kapanmamak üzere Türkler’e açan Danişmendli Beyliği’nin kurucusu Danişmend İbn-i Ali Taylu et Türkmanî’nin dedesi, yani büyük Atası, Beydilli Türkmenleri’nin de boy beyidir. 

Nitekim Danişmendname’de şöyle denmektedir:

Melik Danişmend Gazi Resulün neslidir.

Müslüman kişidir, Türklük onun aslıdır. * (Danişmend Gazi Destanı’ndan…)

Her ne kadar Battal Gazi ile ilgili Arap olduğu iddiası mevcut ise de soy seceresi Danişmend Gazi esas alındığında, O’nun Türkmen boy beyi olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Battal Gazi Destanı baştan sona Türk Destan motifleri taşır. Battal Gazi Destanı’nın birçok bölümünde Battal Gazi’nin erleri kurda, düşman askerleri ise koyuna benzetilerek; kurdun koyuna saldırdığı gibi Türkler’in düşmanlara saldırdığı anlatılır. Bu anlatım şeklinin Gök-Türk kitabelerinde de aynı tabirlerle ifade edilmesi güçlü bir geleneksel kültürel bağdır.

Battal; bol, geniş, ağır anlamına gelmektedir. Anadolu’da Türkmenler arasında gürbüz, iri, gözü kara çocuklar için bu tabir hâlâ kullanılır. Battal kelimesi Abdal kelimesi ile de ilişkilendirilir. Ak Hunlar’a Antik Yunan kaynakları Ephthalite, Abdel veya Avdel derken; Ermeniler, Aktalitler ve Haital; Persler ve Araplar, Haytal veya Hayatila demektedirler. Battal ve Abdal kelimelerinin etimolojik kökeni buraya dayanır. Battal Gazi’ye destanda Battal ismini, O’nu düelloda yenemeyen Bizanslı Ahmer’in vermesi, Battal Gazi’nin ise Ahmer’i yenmesi ve onun İslam’ı kabul etmesi nedeniyle Ahmer’e Battal Gazi’nin isim olarak ‘Ahmet Turan’ ismini vermesi manidardır. Zira ‘TURAN’ ismi Türkçe kökenli bir kelimedir. 

14. Yüzyıl’da yaşamış olan tıpkı Ahi Evren gibi Horasan Hoy’dan Anadolu’ya gelen Türkistanlı Hoca Ahmed Yesevi dervişlerinden Türkmen Ereni olan Pîr-i Horasan Hacı Bektaşi Veli’nin Bektaşî Tarikatı’nın mensubu olan ve Orhan Gazi ile birlikte erenleri ile Bursa’nın fethine savaşa katılıp geyik üzerinde savaştığı için Geyik Abdal Musa olarak bilinen Alp Eren, Bursa’nın fethi sonrası Antalya, Elmadağ’da tekke kurmuştur. 

Abdal Musa ile ilgili rivayet ve menakıplarda Kaygusuz Abdal (Alaiye/Alanya) beyinin oğlu Gaybi avlanırken attığı okla bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı geyik kaçar, Gaybi arkasından koşar. Geyik Abdal Musa’nın tekkesine girer, arkasından avcı da girer, dervişlerden geyiği sorar. Dervişler görmediklerini söylerler. Çekişme başlar. Olaya Abdal Musa karışır ve koltuğu altından kanlı oku çıkararak Gaybi’ye gösterir. 

Gaybi okunu tanır ve Musa’ya bağlanır. Alanya beyi oğlunu tekkeden kurtarmak ister ama Gaybi, Musa’dan ayrılmaz. Bey, Teke (Antalya) beyine başvurarak oğlunun kurtarılmasını ister. Teke beyinin gönderdiği ordu Musa’ya yenilir, Gaybi tekkede kalır. Bu rivayette tıpkı Ural-Altay Türk Destan motifi mevcuttur.

ALA GEYİK; ANADOLU TÜRK EFSANE, ŞİİR VE TÜRKÜLERİNDE ÖNEMLİ BİR YER TUTAR

Alageyik efsanesine göre Serçeme köyünde dağ keçisi ve geyik avına çok meraklı bir genç yaşarmış. Dağ keçisi ve geyik avından başka bir şey düşünmeyen bu genç, her zaman Serçeme kayalıklarında geyik avına çıkarmış. Serçeme’de de güzel bir kız yaşarmış. Avcının gönlü avından sonra bu kıza düşmüş. Serçeme köylüleri durumu anlayınca, delikanlıyı geyik avından vazgeçirip bu kızla evlenmesi için kandırırlar. 

Düğün gecesi genç, Serçeme kayalıklarında geyik seslerini duyunca gelini teli duvağı ile orada bırakır, silahını kapıp geyiğin peşine düşer. Mevsim kış olduğu için kayalıklar su içindeymiş. Geyiğin peşinden giden genç Serçeme kayalıklarındaki oyuklardan birine düşer. Her taraf buzla kaplı olduğu için oyuklardan çıkamaz ve donarak ölür. 

Anadolu’nun dağlık, ormanlık bölge halkı arasında ve özellikle Toroslar’ın Gâvur Dağları’nda Alageyik’le ilgili ağızdan ağıza dolaşan zengin bir edebiyat vardır. Bunlar zaman zaman âşıklar tarafından dile getirilmiş, yazarlar tarafından kaleme alınarak işlenmiştir. Hatta bu hikâyelerin bazı halk türkülerinin doğuşuna zemin hazırlayanları da olmuştur. 

Ben de gittim bir geyiğin avına,

Geyik çekti beni kendi dağına… 

Tövbeler tövbesi geyik avına, 

Siz gidin kardaşlar, kaldım kayada…

Diye başlayan ve avcının ağzından söylenen bu türkü, yavrusunu avlayan ana geyiğin intikam almak için avcıyı peşinden sürükleyerek bir uçurumdan düşürmesi üzerine yakılmıştır. * (Kurt, S. Nur (2020).  “Türk Mitolojisi Evreninde Geyik Motifi Üzerine Genel Bir İnceleme “. Betik, S. 2, s. 60-73.)

Ala Geyik efsanesi ile ilgili Türkiye’de 1969 yılında bir de Türk sinema filmi çekilmiştir. Süreyya Duru’nun yönettiği ve senaryosunu Yaşar Kemal’in eserinden Erdoğan Tünaş’ın yazdığı filmin başrollerinde Cüneyt Arkın, Mine Mutlu, Bilal İnci ve Aliye Rona oynamışlardır. Filmin senaryosu, Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi adlı eserinin derlenmesi ile oluşturulmuştur.

Yazımıza Ala Geyik sembolü kullanılan Ziya Gökalp’in Ergenekon Destanı adlı Türkler’in Altaylar’dan Ural’a ve Anadolu’ya yolculuğunu anlatan şiiri ile son verelim…

İstanbul Prohunt Göz Kamaştırdı 1024 684 admin

İstanbul Prohunt Göz Kamaştırdı

Pandemi sonrasında fuarlar peşpeşe düzenlenmeye başladı. Derginiz The Great WildLife; Amerika’da Las Vegas’ta yapılan Shot Show ve Almanya’nın Nürnberg kentinde düzenlenen IWA Fuarı’ndan sonra Yeşilköy’de düzenlenen 9. Uluslararası İstanbul Av Silah ve Doğa Sporları Fuarı’nda da  yerini aldı.

Hepimizin bildiği gibi; salgın nedeniyle Dünya üzerinde birçok etkinlik yaklaşık 3 yıldır sekteye uğramıştı. Spor müsabakaları yapılmıyor, günlük rutin ofis çalışmaları evlere taşınıyor, fuarlar düzenlenmiyordu.

Pandeminin yok olmaya yüz tuttuğu 2022’nin ilk çeyreğinden itibaren, Dünya üzerinde normalleşme konusunda önemli adımlar atıldı. Artık futbolseverler statlara alınıyor, ‘home ofis’ çalışma sisteminden şirketlere dönüşler başlıyordu. Elbette normalleşme, sosyal etkinlikleri de yeniden hayatımıza soktu.

Fuarların yeniden yapılmaya başlandığı bu dönemde, The Great WildLife Dergisi olarak bizler de ‘Outdoor, Avcılık ve ve Doğa Dergisi’ olarak yurtdışında olduğu gibi yurtiçinde de tüm fuarlara katılım gösterdik.

Amerika’da Las Vegas’ta yapılan Shot Show ve Almanya’nın Nürnberg kentinde düzenlenen IWA Fuarı’nda Türkiye’yi temsil etme gururunu yaşayan The Great WildLife, son olarak Yeşilköy’de düzenlenen 9. Uluslararası İstanbul Av Silah ve Doğa Sporları Fuarı’nda da yerini aldı.

Tüm Dünya’da yapılan ‘Outdoor ve Doğa Fuarları’nda Türk Medyası’nı temsil etmenin ve gittiğimiz her ülkede ciddi anlamda bir ilgi ile karşılaşıyor olmanın mutluluğu ve gururunu, İstanbul’daki 9. Uluslararası İstanbul Av Silah ve Doğa Sporları Fuarı’nda da yaşadık elbette.

İsterseniz yazımızın devamında 9. Uluslararası İstanbul Av Silah ve Doğa Sporları Fuarı ile ilgili detayla verelim.

FUAR HAKKINDA…

Sportif atıcılık ve kara avcılığı konusunda her türlü donanımın sergilendiği organizasyon, Türkiye’nin özellikle silah sanayiindeki başarılarısebebiyle düzenlendiği ilk yıldan beri dikkatleri üzerine çekmektedir.

Efem Uluslararası Fuar ve Organizasyon Hizmetleri Anonim Şirketi tarafından düzenlenen İstanbul Prohunt Av, Silah & Doğa Sporları Fuarı; Türkiye’de avcılıkla ve doğayla ilgili organize edilen en büyük uluslararası fuardır. Fuar, 2012 yılından bugüne büyüyerek düzenlenmekte, 2014 yılında yeni konseptiyle birlikte ‘İstanbul Prohunt’ adıyla anılmaya başlamıştır.

Sportif atıcılık ve kara avcılığı konusunda her türlü donanımın sergilendiği organizasyon, Türkiye’nin özellikle silah sanayiindeki başarıları sebebiyle düzenlendiği ilk yıldan beri dikkatleri üzerine çekmektedir. Katılımcı firmalar, sektörün geleceğine yön veren yenilikçi ürünlerini İstanbul Prohunt’ta yerli ve yabancı misafirlerin beğenisine sunarak ticari ilişkilerin geliştirilmesi konusunda önemli adımlar atmaktadır.

FUARDA ÖNE ÇIKANLAR…

* Avcılık ve doğa sporları konusunda 100’ün üzerinde katılımcı ve 500’ün üzerinde marka…

* Sektördeki en son gelişmeler ve yeni inovasyon yönetişimleri…

* Yüksek kalitede üretilen ürünlerin ince işçilikle harmanlanması sonucunda ortaya çıkan küresel standarttaki kalite…

* Yeni pazarlara açılmak adına yaratılan fırsatlar ve geniş alıcı kitlesi…

ÜRÜN GRUPLARI 

* Silah ve Yan Sanayi

* Savunma, Özel Güvenlik Silahları ve Malzemeleri

* Elektronik ve Optik Ürünler

* Bıçaklar

* Av Turizmi

* Avcılık Deri ve Konfeksiyon Ürünleri

* Olta Balıkçılığı ve Ekipmanları

* Outdoor Giyim, Doğa Sporları ve Kamp Malzemeleri

* Arazi Araçları

* Avcılıkla İlgili Tamir Bakım

* Av Köpekleri

* Atış Makineleri, Plakalar ve Poligonlar

FIRMALAR, ISTANBUL PROHUNT’A NEDEN KATILDI?

Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya, yazılı tarihin ilk yıllarından beri önemli ticari merkezlerini barındırmakta. Yüzyılların birikimiyle yoğrulan ticari hayat, son yıllarda yapılan geniş çaplı yatırımlarla farklı bir boyut kazanarak global çapta kendini sağlam bir yer buldu. 

Çünkü İstanbul Prohunt, Türkiye’de avcılıkla ve doğa sporlarıyla ilgili yapılan tek ve en önemli fuardır. İstanbul Prohunt katılımcıları, üst düzey karar vericilere ulaşarak satış yapılan tüm önemli pazarlardaki alıcılar ile bir araya gelirler. Bu organizasyon, sektörün önde gelen uluslararası imalatçılarını, tasarımcılarını ve ticari ziyaretçilerini ön plana çıkarırken, size de bağlantılar kurmanız ve pazar potansiyelini arttırmanız için eşsiz fırsatlar sunar. İstanbul Prohunt size kapsamlı bir hizmet yelpazesi ve sadece ticari faaliyetlere odaklanmanız için gereksinim duyduğunuz koşulları sağlar.

Türkiye; Hızla gelişen ekonomi ve üretim kalitesi, sektörün cazibesini arttırıyor.

Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya, yazılı tarihin ilk yıllarından beri önemli ticari merkezlerini barındırmakta. Yüzyılların birikimiyle yoğrulan ticari hayat, son yıllarda yapılan geniş çaplı yatırımlarla farklı bir boyut kazanarak global çapta kendini sağlam bir yer buldu. Türkiye; küresel çapta en büyük beş (5) silah üretim merkezinden biridir ve bu anlamda en önemli ticari merkezlerden biridir. Savunma sanayii alanında ise yüzde 70 oranında yerli üretim sağlayarak gelişmekte olan pazarlara iyi bir örnek teşkil etmekte.

Türkiye, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenleri arasında doğal bir köprü vazifesi görmekte olup; Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki 1.5 milyon müşteriye etkin bir biçimde ve en uygun maliyetlerle ulaşmanızı sağlayacaktır.

İstanbul Prohunt katılımcılarına… 

Mevcut müşterilerini ve satışlarını fakorumak, yeni siparişler almak, yenilikleri tanıtmak, ihracat imkânları yaratmak/var olanı arttırabilmek, kısa ve orta vadede yeni müşteriler kazanmak, rakiplerin yeniliklerini öğrenmek, ürünleri alternatif ürünler ile karşılaştırmak, yeni dağıtım kanalları veya mümessiller bulmak, düşünülen muhtemel fiyatları test etmek/tepkileri ölçmek, değişik ürün dizaynlarına/ambalajlara karşı tepkileri ölçmek, prestij sağlamak, firma personelini eğitmek/motive etmek ve müşterilerinize güven vermek fırsatlarını sunuyor.

Katılımcı Profili…

Yerli & Yabancı Üreticiler, Markalar, İhracatçılar, Distribütörler & Hizmet Firmaları

* Silah ve Yan Sanayi 

* Savunma, Özel Güvenlik Silahları ve Malzemeleri 

* Elektronik ve Optik Ürünler 

* Bıçaklar 

* Av Turizmi 

* Avcılık Deri ve Konfeksiyon Ürünleri 

* Olta Balıkçılığı ve Ekipmanları 

* Outdoor Giyim, Doğa Sporları ve Kamp Malzemeleri 

* Arazi Araçları 

* Avcılıkla İlgili Tamir Bakım 

* Av Köpekleri 

* Atış Makinaları , Plakalar ve Poligonlar

Ziyaretçi Profili İş ve Ticaret Platformu

* İthalatçı ve İhracatçı 

* Distribütör ve Toptancılar 

* Perakende Sektörü 

* Konsolosluklar 

* Girişimci ve Yatırımcılar 

* E-Ticaret Siteleri 

* Medya ve Dernekler 

* Doğa Sporları Kulüpleri 

* Av ve Doğa Sporu Tutkunları

KİMLER ZİYARET ETTİLER?

* İthalatçı ve ihracatçı

* Distribütör ve toptancılar

* Perakende Sektörü

* Konsolosluklar

* Girişimci ve Yatırımcılar

* E-Ticaret Siteleri

* Medya ve Dernekler

* Doğa Sporları Kulüpleri

* Av ve Doğa Sporları Tutkunları

İSTANBUL PROHUNT NEDEN ZİYARET EDİLMELİ?

İstanbul Prohunt, Türkiye’de avcılıkla ve doğa sporlarıyla ilgili yapılan tek ve en önemli fuardır. 16 bin metrekare alanda, 150’ye yakın katılımcıyla500’ün üzerinde markanın tek çatı altında toplandı.

Bu soru aslında şöyle de sorulabilir; Neden Türkiye’yi tercih etmelisiniz?

Çünkü Türkiye; av silahı üretimi ve tedariği konusunda dünyada 5., Avrupa’da ise 3. sıradadır. Kaliteli işçilikte ise yine üst sıralarda kendisine yer bulmaktadır.

Ayrıca…

* Tüketicinin aradığı en önemli husus, kaliteli ürün teminidir. Türkiye bu anlamda geniş üretim kapasitesini hızlı teslimat ile birleştiren ender ülkelerden birisidir.

Potansiyeli yüksek pazarlara kısa sürede ulaştırılan ürün, pazarda kendisine çabucak yer bulabilmektedir.

* Uluslararası anlaşmalara ve şartnamelere uygunluk yeterli düzeydedir.

* Malzeme çeşitliliği yönünden geniş seçenekler sunulmaktadır.

* Kişisel talebe yönelik küçük ölçekli işlere yatkınlık vardır.

* Genç ve eğitilebilir ülke nüfusu, rekabetçi piyasa koşullarında sağlanan işgücü maliyetlerinin belli bir seviyede tutulmasını sağlayarak rakip olabilecek gelişmiş ülkelere nazaran avantajlı bir durum yaratır; bu da fiyat konusunda ciddi faydalar sağlamaktadır.

* İleri teknoloji desteği bulunmaktadır.

* Sektörün yeterli uluslararası rekabet edecek deneyimi vardır. Değişikliklere kolayca uyum sağlayacak potansiyele sahiptir.

* İstanbul Prohunt, Türkiye’de avcılıkla ve doğa sporlarıyla ilgili yapılan tek ve en önemli fuardır. 16 bin metrekare alanda, 150’ye yakın katılımcıyla 500’ün üzerinde markanın tek çatı altında toplandığı bu platform, şehrin merkez noktalarından kolay ulaşım imkânlarıyla ziyaret edilebiliyor.