Monthly Archives :

Kasım 2021

Nemrut Dağı, göksel bağlantıları 1024 729 admin

Nemrut Dağı, göksel bağlantıları

Nemrut Dağı, Adıyaman ilinin Kahta ilçesinde varolan, sönmüş bir volkanik dağdır. Zirvesindeki  2 bin yıllık yapılar ve heykeller, I. Antiochos tarafından, Tanrıları’na saygısını göstermek amacıyla inşa ettirilmiştir

Esmeri Alev Ekebaş Yazdı


* Esmeri Alev Ekebaş: Hakan hocam, öncelikle hoş geldiniz. Bizler, sizleri çok iyi tanıyor ve takip ediyoruz ama sizi yeni tanıyanlar için bize kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

Hakan Yedican: Merhaba Alev hanım… Öncelikle davetiniz ve böylesine önemli konulara yer vererek insanlarımızın bilgilenmelerine aracı olduğunuz için sizlere çok teşekkür ederim. Özgeçmişime gelince… 1978 yılı, Ankara doğumluyum. İlkokulun hemen ardından Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Vurmalı Çalgılar Bölümü’ne başladım. Orta, lise ve üniversite bölümlerini de aynı okul ve bölümde okudum. Üniversite ikinci sınıfı atlayarak, okul ikincisi ve bölüm birincisi olarak üniversite eğitimimi tamamladım.

Hemen ardından yine aynı okul ve bölümde Master ve Doktora eğitimlerime devam ettim. 2002 yılında yine aynı bölümde Vurmalı Çalgılar Araştırma Görevlisi oldum. Ayrıca Modern Bale Anasanat Dalı’nda perküsyon ve piyano eşlikçiliği, Caz Bölümünde Bateri Öğretim Görevlisi, H.Ü. Akademik Orkestrası’nda Vurmalı Çalgılar Grup Şefi ve diğer Senfonik Orkestralar’da ve Operalar’da, TV-Radyo programlarında ve çok sayıda konserlerde görev aldım. Halen H.Ü.A.D.K. Vurmalı Çalgılar Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmalarıma devam etmekteyim.

Bunların yanında, lise çağlarından beri frekanslar, insanlık tarihi, dünya dışı yaşam, UFO’lar, antik medeniyetler, mitolojiler, inanç sistemleri, Sümer ve Anunnakiler, Mısır-Hint-Güney Amerika uygarlıkları, piramitler, kadim tarih ve okültizm gibi çok farklı konulardaki merakımla araştırmalara başladım. Merakımın ve araştırmalarımın sürekli artarak devam etmesiyle de, uzun yıllar sonucunda ortaya çıkan ilginç sonuçları da seminerler, TV-Radyo-Sosyal Medya Programları’nda ve katıldığım gezi programlarıyla ilgili insanlarla paylaşmaya çalışmaktayım.

Doğu ve Batı teraslarındaki Tanrılar’ın oturduğu tahtların arkasında yer alan metinin 30. satır ve devamında, anıtın kurucusu, Persleri ve Helenleri, soyunun ‘mutluluk veren ataları’ olarak anlatmaktadır

Antiochos annesi tarafından Yunan, babasından Persler’le bağlantılıdır

* Bugün size Nemrut Dağı ve önemi hakkında birkaç soru sormak istiyorum. Çünkü sizler defalarca o bölgeleri ziyaret ettiniz ve çok çeşitli konularda da araştırmalarda bulunuyorsunuz. Bizlere kısaca ‘Nemrut Tümülüsü’nden bahsedebilir misiniz?

Nemrut Dağı, Adıyaman ilinin Kahta ilçesinde ve şu anda 2 bin 150 metre yükseklikte bulunmakta olan, sönmüş bir volkanik dağdır. Bu dağın zirvesindeki yaklaşık 2 bin yıllık olan yapılar ve heykeller, bu bölgede geçmiş zamanlarda hükümdar olan I. Antiochos Theos (I.Theos Dikaios Epiphanes Philorhomaios Philhellen/Antiokhos) tarafından, inandığı Tanrıları’na saygısını ve yakınlığını göstermek amacıyla inşa ettirilmiştir. Bu yapının içinde de I.Antiochus’un mezarının bulunduğu düşünülmektedir. Antiochos; Büyük İskender’in soyundan gelen annesi Kraliçe Laodike tarafından Yunan, baba tarafından ise Pers Kralları ile bağlantılıdır.

Yapının doğu ve batı bölgelerinde 8-10 metrelik dev heykellerin olduğu teraslar bulunmaktadır. Bu terasların her ikisinde de aynı sırayla yer alan devasa heykeller ise soldan sağa şöyledir: Tanrı-Kral I.Antiochos, sağında ülkenin Ana Tanrıçası Kommagene (Fortuna/Juno/Tyche), tam ortada Baş Tanrı Zeus (Oromastes/Ahura Mazda), onun yanında Apollon (Mithras/Helios/Hermes) ve en sağda ise Herakles (Artagnes/Ares/Bahram)… Tanrı heykellerinin oturduğu tahtlarının arka yüzünde ise I.Antiochos’un bizzat yazdırdığı bir çeşit vasiyetname gibi yorumlanabilecek 237 satırlık uzunca bir kült yazı (Nomos) bulunmaktadır.

Bu Tümülüs; 1881 yılında, Diyarbakır’da yürütülmekte olan bir yol çalışması için çevrede keşif yapıyor olan Alman Arazi Mühendisi Karl Sester (Charles Sester) tarafından keşfedilmiştir

Tarihsel hikâyesini çok kısaca özetleyecek olursak… Eski çağlarda Büyük İskender’in imparatorluğunun parçalanmasıyla oluşan birçok krallıktan biri olan Kommagene Krallığı’nı kuran I.Mithradates’in (I.Mitridat Kallinikos) oğlu olan I.Antiochus, M.Ö. 62-32 tarihleri arasında bu krallığa altın çağını yaşatmıştır. I.Antiochos’un ölümünden 106 yıl sonra (M.S. 72 yılında) ise Roma’ya karşı yapılan bir savaşta krallık tüm gücünü yitirip Roma hakimiyetine girmiştir.

Nemrut Dağı, 1987 yılından beri Unesco Dünya Miras Listesi’ndedir

* Nemrut Dağı Tümülüsü ne zaman ve nasıl keşfedilmiştir?

Bu Tümülüs; 1881 yılında, Diyarbakır’da yürütülmekte olan bir yol çalışması için çevrede keşif yapıyor olan Alman Arazi Mühendisi Karl Sester (Charles Sester) tarafından keşfedilmiştir. Daha sonra Alman Arkeolog Otto Punchtein ve o dönemin ünlü bilim insanlarından olan Osman Hamdi Bey bu bölgede araştırmalar yapmışlardır.

Ciddi anlamdaki ilk yoğun kazılar ise ancak 1953 yılında başlayabilmiştir. Karl Sester’in 6 kişilik ekibinin de yardımlarıyla birçok kalıntı ve belgeyi ortaya çıkartmışlardır. Bunların içinde Grekçe yazılı bir kitabede yer alanlar, heykeller hakkında bugünkü bilgilerimizi oluşturan en önemli belgelerdir. Nemrut Dağı, 1987 yılından beri Unesco Dünya Miras Listesi’nde ve 1988 yılından beri de Nemrut Dağı Milli Parkı olarak koruma altındadır.

Oromasdes; Zerdüşt dininin ‘Bilge Efendisi’ Ahura Mazda’nın Grekçe karşılığıdır

* Heykellerin oturduğu tahtların arkasındaki Grekçe yazılardan bahsettiniz. Bu yazılarda neler yazmaktadır?

Hakan Yedican:Doğu ve Batı teraslarındaki Tanrılar’ın oturduğu tahtların arkasında aynı şekilde ve hemen hemen aynı ifadeler yer aldığı için, tahrip olmuş ve eksik kısımların karşılıklı kıyaslanmalarıyla eksik ifadeler çözümlenebilmiştir. Böylece Doğu Terası’ndaki metin, 237 satır olarak çözüme kavuşturulmuştur.  Buradaki 30. satır ve devamında, anıtın kurucusu, Persleri ve Helenleri, soyunun ‘mutluluk veren ataları’ olarak anlatmakta ve yazıtın sonunda, “İran’ın, Makedonya’nın ve kendi yurdu Kommagene’nin bütün ‘Baba-Tanrıları’nın, çocuklarına ve torunlarına lütufkâr olmakta devam etmeleri” umudunu dile getirmektedir. Bu yazılarda ve heykellerde betimlenen Zeus ile birlikte bahsedilen Oromasdes; genel olarak Hellen/Yunan Pantheonu’nun ‘Baş Tanrısı’ Zeus olarak değerlendirilse de, esasen Zerdüşt dininin ‘Bilge Efendisi’ Ahura Mazda’nın Grekçe karşılığı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Böylece, Zeus-Oromasdes’i, burada Hellen-Pers ortak Tanrılar göğünün hükümdarı olarak düşünmek gereklidir. Ayrıca yazıtların 53. satırında şu önemli ifadeler yer almaktadır; “İşte, gördüğün gibi, Tanrılar’a gerçekten lâyık oldukları bu heykelleri ben diktirdim: Zeus-Oromasdes’in, Apollon-Mithras-Helios-Hermes’in, Artagnes-Herakles-Ares’in ve her şeyi besleyen vatanım Kommagene’nin heykellerini. Aynı taştan ve aynı tahtlar üzerinde duaları işiten Tanrılar’ın yanına kendi heykelimi de koydurttum. Böylece ulu Tanrılar’ın ezeli saygınlığını kendi genç bahtıma çağdaş kıldım.. Ve böylece onların kraliyete ilişkin olarak giriştiğim işlerde sık sık ve somut olarak, âlicenap bir yardım olarak bana tevcih ettikleri sonsuz ihtimam ve himayelerinin hakkaniyetli bir taklitçisi oldum…”

Puchstein, yazıtın başlangıç kısmını aşağıdaki şekilde çözmüştür: “Kral Mithridates Kallinikos ile Anasever, Muzaffer, Epiphanes Tanrı Kral Antiokhos’un kızı olan, Kardeşsever Tanrıça Kraliçe Laodike’nin oğlu, Romalılar’ın ve Hellenler’in dostu, Adil, Büyük Kral ve Tanrı Antiokhos, kutsal temeller üzerinde sonsuz zamanlar için ebedi harflerle kendi ululanması amacıyla sözler kaydettirdi…”

Anunnakiler’in çanta figürü, Göbeklitepe’nin 43 numaralı sütununun en üstündeki kabartmalarda üçlü olarak yer alıyor. Bu durum bana, Göbeklitepe’nin de bir şekilde Anunnakiler’le ilişkili olabileceğini düşündürüyor

Tümülüs’te elektromanyetik alan enerjisi ‘0’ V/m ve ‘0’ µT seviyesindedir…

* Nemrut Dağı’ndaki Tümülüs’te Kral I.Antiochus’un mezarı bulunabilmiş midir? Tümülüs’ün içinde başka neler olabilir?

Hakan Yedican: I.Antiochus’un mezarının bu Tümülüs’ün içinde bir yerlerde olduğu düşünülmektedir fakat henüz böyle bir mezara ulaşılabilmiş değildir. Bu Tümülüs, yaklaşık 50 metre yükseklikte ve 150 metre çapında olup, yumruk büyüklüğünde taşlarla özenle konik şekilli bir piramit şeklinde örtülerek kapatılmıştır. Tümülüs’ün içinde bu mezardan başka, birçok yeraltı tünellerinin olduğu da düşünülmektedir. Burada yer alan heykellerin sıralamasının özel bir anlamı olup olmadığının araştırılması ise ‘Hiyerotesyon Dalı’nın araştırma konusunu oluşturmaktadır. Şahsen yaptığım EMF (Elektro Manyetik Alan) ölçümlerinde ise, Tümülüs’ün başladığı yerde elektromanyetik alan enerjisinin ‘0’ V/m (Volt/Metre) ve ‘0’ µT (microTesla) seviyesine düşmesi de araştırılmayı hak eden başka bir ilginç konudur. Sonraki turlarımızda daha farklı ölçümler de yapmayı planlamaktayım.

Horoskop’taki dizilim; M.Ö. 109 Yılı’nda 14 Temmuz tarihi saat 19:37’de mümkündür

* Esmeri Alev Ekebaş: Sizi Nemrut Tümülüsü’nde en çok neler etkiledi acaba?

Hakan Yedican:Nemrut Tümülüsü’nde beni en çok etkileyen şeylerin başında, batı terasında yer alan aslan kabartması ve önemi gelmektedir. Çünkü Dünya’nın ilk horoskobu olarak kabul edilir. 175 santimetre yüksekliğinde, 240 santimetre genişliğinde ve 47 santimetre kalınlıkta olan bu kabartmanın gövdesinde, her biri 8 ışınımlı 19 yıldız ve aslanın üzerinde ise 16 ışınımlı 3 büyük yıldız sembolü bulunmaktadır. Bu üç yıldız sembolünün ‘Mars, Merkür ve Jüpiter gezegenleri’ olduğu, hemen üzerlerindeki Yunanca yazılardan anlaşılmaktadır. Aslanın boynunda hilal şeklinde ‘ay’ sembolizmi vardır. Hilalin yukarısında da, krallığı sembolize eden Regulus Yıldızı vardır. Konunun uzmanlarına göre horoskoptaki bu dizilim; Jüpiter, Merkür, Mars ve Ay’ın yörünge hareketleri baz alınarak, M.Ö. 109 Yılı 14 Temmuz tarihine ve bu dizilimin gözle görülebilmesinin de ancak saat 19:37’de mümkün olabileceği hesaplanmıştır. İlginç olan şeylerden birisi de bu dizilimin yaklaşık 25 bin yılda bir oluşmakta olmasıdır.

Yazılı kaynaklardan anlaşıldığına göre bu tarih, Kral I.Antiochos’un babası olan I.Mithridates’in taç giyme anını ifade etmektedir. Eğer ki bu ifade doğruysa, tüm bu yapı kompleksinin çok gelişmiş astronomik ve göksel bilgilere dayanarak yapıldığı ve o dönemde bu kadar hassas ve derin bilgilere sahip olunduğudur. Aslanlı horoskop, 2003 yılında restorasyon için farklı bir bölüme alınmıştır. Yurtdışından gelen bir ekiple anlaşılmış, fakat bazı nedenlerden dolayı ekip değiştirilerek yerli uzmanlara devredilip gerekli müdahaleler yapılmıştır. Ancak maalesef ki, bu ekibin müdahalesine maruz kalan Aslanlı horoskop halen bir konteyner içerisinde tutulmaktadır ve ziyaretçilere kapalıdır. Devletimizin, milletimizin her türlü Milli ve tarihi değerimize sahip çıkarken çok daha hassas olmasını ve bu tür önemli konuların mümkün olduğunca da Türk uzmanların kontrolünde yapılıyor olmasını ümit ederim.

Zeus: Ahura Mazda, Jüpiter, Vishnu, Thor, Hürmüz, Viracocha, Ülgen, Enlil

* Esmeri Alev Ekebaş: Sizce Nemrut Dağı’nın Göbeklitepe’yle ilişkisi olabilir mi?

Hakan Yedican:Tümülüs’ün en önemli Tanrı figürü Zeus… Uzun yıllardır yapmakta olduğum araştırmalarım sonucunda, ‘Tanrıların Tanrısı Zeus’, Yunan Tanrıları’nın da ‘Baş Tanrısı’ olarak; Pers mitolojisinde ‘Ahura Mazda’, Peru ve Roma kültürlerinde ‘Jüpiter’, Hint kültüründe ‘Vishnu’, İskandinav Mitolojileri’nde ‘Thor’, İran Mitolojisi’nde ‘Hürmüz’, Amerikan Mitolojileri’nde ‘Viracocha’, Türk Mitolojisi’nde ‘Ülgen’ ve Sümer Mitolojisi’ndeki ‘Enlil’e karşılık gelmektedir.

Enlil karakteri; Sümerliler’in Tanrıları olarak kabul ettikleri Anunnaki’lerin de baş şahsiyetlerinden biri olup, baş düşmanı olan üvey kardeşi Enki ile olan savaşları tüm dinlere, mitolojilere, hikayelere, destanlara konu olmuş ve dünya genelinde de binlerce resim, heykel, kabartma, tablet vb. gibi arkeolojik eserlerde de ellerinde genellikle bir çanta ve kozalak tutarlarken ifade edilmişlerdir.

Anunnakiler’in bu aynı çanta figürünü Göbeklitepe’nin 43 numaralı sütununun en üstündeki kabartmalarda üçlü olarak yer alıyor olması; bana Göbeklitepe’nin de bir şekilde Anunnakiler’le ilişkili olabileceğini ve dolayısıyla Anunnaki ‘Baş Tanrıları’ndan olan Enlil/Zeus’un da Nemrut Dağı’nda heykelinin olmasından dolayı, bu iki gizem dolu yapının birbirleriyle ortak bazı yönleri olup bu konuların da detaylıca araştırılması gerektiğini düşündürmektedir.

Çünkü şahsi düşüncem şudur ki; bana göre tüm dinler ve mitolojilerde aynı karakterler, olaylar ve hikayeler farklı isimler altında aynı konuları ve kişileri ifade etmektedirler. Bu iddiam doğru ise, tüm Dünya dinleri, mitolojiler ve hatta kadim ve gizem dolu muazzam taş yapılar, piramitler de aslında aynı ortak kaynaklarla ilişkili olup, gizemli bir kültürle bağlantılı olabilirler.

Ayrıca Nemrut Dağı’ndaki horoskop Aslan’dan da açıkça anlaşıldığı üzere bu yapı kesinlikle gökyüzündeki yıldızlar ve gezegenlerle derin astronomik bilgiler kullanılarak, hassaslıkla inşa edilmiştir. Ki aynı şekilde Göbeklitepe’nin 12’li sütunlarının da astrolojik Zodyak takım yıldızlarıyla ilişkili olabileceğini ve yapıların ortasındaki iki büyük ‘T’ şekilli kayanın da çeşitli yıldızlara hizalı olacak şekilde inşa edildiklerini düşünmekteyim. Bu konuda da Nemrut Dağı’nın ve Göbeklitepe’nin gizemlerini doğru çözümlemek ve bağlarını araştırmak çok büyük önem arz etmektedir.

Kommagene Krallığı’nın yaşadığı bölgede, Tanrılar’a en yakın, en yüksek yerde…

* Esmeri Alev Ekebaş: Sizce bu muazzam Tümülüs ve heykellerin burada yapılmış olmasında, Nemrut Dağı’nın ve bu bölgenin seçilmesinin özel bir sebebi var mıdır?

Hakan Yedican: Elbette akla gelen ilk şey Kommagene Krallığı’nın bu bölgelerde yaşamış olması… Bu bölgenin en yüksek zirvesinin burası olmasıyla, en yüksek yerin de Tanrılar’a en yakın yer olarak düşünülmesi en mantıklı seçim olacaktır.

Ancak biliyorsunuz ki, bu topraklar çok uzun zamandır kutsallıkla ilişkili tutulmuş bölgelerdir. Bunu sadece mitoloji ya da efsane olarak değil de aynı zamanda enerjisel bir ‘ley hattı kesişim noktası’ veya bölgesi olarak da düşünmemiz gerekebilir.Bu konuda, Fırat ve Dicle nehirlerinin muazzam enerjileri ve önemi her zaman o bölgeyi farklı kılmıştır.

Örneğin, Dünya üzerinde sadece Şanlıurfa Halfeti’de yetiştiği bilinen endemik bitki türlerinden olan ve ilk kez Alman eczacı ve bitki toplayıcısı Paul Sintenis tarafından 1988 yılında Halfeti bölgesinden toplanan ‘Mezopotamya Sümbülü’, 1977 yılında Speta adlı yabancı bir araştırmacı tarafından bilim dünyasına tanıtılmıştır. Ayrıca yine bu bölgeye has olan endemik bir bitki de ‘Siyah Gül’dür. Yani buradaki bazı bölgelerin havasının, suyunun, toprağının farklı bir enerjisi var gibi görünmektedir. Bu konuların bilimsel olarak daha derin araştırılması da gerekmektedir. İnsanlığın kozmik kökenleri ortaya çıktıkça, Dünya’daki karanlığı meşale gibi aydınlatacaktır.

* Esmeri Alev Ekebaş: Bizlere bu konularla ilgili son olarak neler söylemek istersiniz?

Bu konularla ilgili şunları söylemek isterim… Ülkemizin, insanlığın, dinlerin, mitolojilerin tarihleri; bence, bizlere tamamen doğru olarak yansıtılmamakta ve aslen kozmik kökenlere sahip bağlantıları bulunmaktadır. Birçok konuda önemli sırlar ve gizemlerle dolu çok farklı bir ‘hakikât’ olduğunu düşünüyorum. Bu dünya üzerinde huzurlu, kardeşçe ve barış içerisinde yaşayabilmemiz için, birbirleriyle muazzam derecede bağlantılı ve tahminlerimizden çok eskilere kadar uzanan bu gizemli bağlantıları çözmemiz gerekmektedir.

Çok önemli bir zamanda ve coğrafyada yaşamaktayız. Arkeolojiyi, astrolojiyi, gerçek tarihi, insanlık ve inanç sistemlerimizin kökenlerinin gerçekte nelerle bağlantılı olabileceğini anlayabilmenin en önemli ve kestirme yolu da, kadim tarihimizi çok iyi analiz edebilmekle mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bu konularda çok açık fikirli ve geniş açılardan tarafsızca bakabilmeli, bilime ve mantığa uygun adımlarla hakikâti aramakta geç kalmamalıyız. Çünkü şahsen şuna inanıyorum ki; insanlığın gerçek kozmik kökenleri ortaya çıktıkça, Dünya’daki karanlığı bir meşale gibi aydınlatacaktır.

Son sözlerimiz de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten olsun; “Türk çocuğu, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”

* Esmeri Alev Ekebaş: Değerli bilgileriniz için sizlere çok teşekkür ederim. Araştırmalarınızda ve gezilerinizde sizlere kolaylıklar diliyorum ve katıldığınız için çok teşekkür ediyorum. Ayrıca çekmiş olduğunuz fotoğrafları kullanmak için de izninizi istiyorum.

Hakan Yedican: Ben de davetiniz için sizlere çok teşekkür ederim. Araştırma ve gezilerimize devam edeceğiz. Edindiğimiz yeni bilgileri de sizlerle paylaşmaktan her zaman kıvanç duyarım. Ayrıca bu röportajımız için Ekim 2021 tarihinde gönderdiğim tarafıma ait fotoğrafların; Esmeri Alev Ekebaş tarafından sosyal medya, dergi ve gazetelerde kullanılmasına izin veriyorum.

Esenlikle kalın…

Konsolos Ayhan Ağabey’in Sırrı 1024 768 admin

Konsolos Ayhan Ağabey’in Sırrı

“…Ortalık bir karıştı. ‘Dan, dun, dan, dun!’ Kaç tane düştü, düşenden fazlası gitti. Düşenlerin kimini köpek bulup getiriyor, kimini biz buluyorduk. Bakıyoruz; köpek fermada, koşuyoruz yanına. Üçlü beşli fırlıyor… Sanki yağmur olmuştu bıldırcın ve bu tarlaya yağmıştı…”

Oğuz Babaçoğlu Yazdı


Her akşam tüfeği sırtlayıp çulluk avına gitmem, köydeki av meraklısı pek çok gencin dikkatini çekmiş olacak ki, benimle gelen kişi sayısı günden güne artmaktaydı.  Benim işlek mekânı başka avcılara kaptırmamak adına çulluk bekine oldukça erken çıkmak zorunda kalıyordum.

Dağdan hızla kopup gelen çullukları akşam karanlığında görebilmek için herkes pür dikkat kesiliyordu. Önce hışırtılı bir kanat sesinin ardından muhteşem karaltının üstüme geldiğini görüyor ve 20 kalibre Huğlu tüfeğimle harikalar yaratıyor, her akşam olmasa bile iki akşamda bazen bir, bazen de iki çulluk vuruyordum. 

Av bitince yerlerimizden yavaş yavaş kalkıyorduk. Sanki çulluk geçiyormuş gibi milletin haybeye havaya sıkı patlatıp birbirini gaza getirmesine de alışmıştık! Karadenizliler’de bu, benim pek aşina olmadığım bir alışkanlıktı. Biri havaya bir iki el silah sıktı mı hemen karşılığını vermek adettendi. 

Atmaca: Sen neden havaya sıkmıyorsun? Cevabım: Havada hedef yoksa sıkılmaz!

Ne var ki bu patırtıya benim hiç katılmamam, onların dikkatlerini çekmiş olacak ki, öğrencilerimden Atmaca (Selim) “Hocam, sen neden hiç havaya sıkmıyorsun?” diye sordu. Havaya silah sıkmanın bir amacı olmadığı için bana anlamsız geldiğini, silah atmanın amacının bir hedefi vurmak olduğunu, havada böyle bir hedef olmadıkça havaya sıkmanın boşuna sıkı harcamaktan başka bir anlamı olmadığını söyledim. 

Sonra dedim ki: “Bizim oralarda şöyle bir şey yaparız. Av dönüşü kuşa sıkı atmadığımız günlerde antrenman olsun diye havaya kutu, fişek hartucu veya tarla topağı atar, onları vurmaya çalışırız…”

Atmaca Selim şaşkın bir bakışla, “Hocam sen havaya atılan fişek hartucunu vurabiliyor musun?” diye sordu ve muzipçe gülümsedi. Amacı bana silah attırmaktı. “Elbette” dedim. Hava oldukça kararmıştı, ancak gölgeler fark edilebiliyordu. Elbette ki havaya atılan kartuşu görmek imkânsızdı. 

Okuldan saat dört buçuk gibi serbest kalmak, haybeden maaş almak gibi geliyordu. İlk zamanlar okulda kalıyor, ne yapacağımı bilemiyordum. Sonradan ben de her öğretmen gibi duruma ayak uydurdum!

Kim ‘Konsolos’ dese, etrafta bulunan herkesin yüzünde gülümseme oluyordu!

Hayret, adamın adı telaffuz edilince herkes gülümsüyordu. Böyle olunca meraktan akşamı bekleyemedim: “Haydi!” dedim. “Gidip bir çay içelim, tanışalım şu Konsolos’la.”

Beraber bakkala gittik. Müşteri trafiği oldukça yoğundu. Uzaktan alıcı gözle baktığımda Ayhan ağabey orta boylu, toparlak yüzlü, kel kafasında yün başlıkla gezinen, hafif sakallı, aksi gibi duran ama herkesle şakalaşıp güldürmeyi bilen, otuzlu yaşlarda tipik bir Karadenizli’ydi. 

Müşteriler gidince ‘Selamünaleyküm’ ve ‘Aleykümselam’ın ardından sanki kırk yıllık bir dostmuş gibi samimi bir av sohbeti alevleniverdi. Ayhan ağabeyin Karadeniz ağzıyla anlattığı olaylar, yaptığı espriler, zaman zaman bizi gülümsetiyor, bazen de katıla katıla gülmemize sebep oluyordu. Demek ki bu adamın adını zikreden herkesin gülümsemesi boşuna değildi. Muzipliğiyle, şakalarıyla deyim yerindeyse fıkra gibi bir adamdı.

Av bitince sanki çulluk geçiyormuş gibi milletin haybeye havaya sıkı patlatıp birbirini gaza getirmesine alışmıştık! Karadenizliler’de biri havaya bir iki el silah sıktı mı hemen karşılığını vermek adettendi. 

Yılanı yakalamış, dişlerini çıkartmış ve kahvede arkadaşının kucağına atmış

Hele ki gençliğinde yaptığı ağır şakalar, bütün köyde tevatür gibi anlatılıyor, yeni dinleyen herkesi kahkahalara boğuyordu. Bunlardan en aklımda kalanı şu hikayeydi. Ayhan ağabey bir gün köydeki santral bölgesine gitmiş. Santral dedikleri yer, köye elektrik gelmeden önce, suyun akışına kurulmuş, köyün elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yapılmış metruk bir binaydı. 

Çevresi sulak ve sık çalılık olduğundan, yılanların mekân tuttuğu ve adeta cirit attığı bir yerdi. Ayhan ağabey karşısına çıkan büyükçe bir yılanı kendi yaptığı çatal çomakla yakalamış, dişlerini çıkartmış ve yılanı torbaya koyarak, torbanın ağzını güzelce büzmüş. Akşama arkadaşlarına yapacağı şakayı düşünerek kıs kıs gülümsemiş. 

Akşam olunca bakmış ki arkadaşları kahvehaneye gelmiş, tesadüfen kahvenin en köşesine denk gelen yerde oturup okey oynayan arkadaşlarının balkon diye tabir edilen yan sandalyesine yerleşivermiş. Sinsice, oyun oynamaya iyiden iyiye kendini kaptırmış olan ve de kaçması en zor yerde oturan arkadaşının kucağına torbadan çıkardığı yılanı atıvermiş.

Aniden kucağında yılanı gören arkadaşı adeta yıldırımla çarpılmışa dönmüş. Adam ne yapsın? Çıldırmış bir halde, masanın sağı dolu, solu dolu. Feryat figan kucağına bırakılan yılandan kaçamadığı için deliye dönmüş, masayı yıkıp üstünden atlayarak kendini kahvehanenin dışına zor atmış. 

Bu feryatları duyan kahvehanedekiler de dökülen ve kırılan çay bardaklarının, devrilen masaların, sandalyelerin sesi eşliğinde “Yılan, Yılan!” haykırışlarıyla panikle kahvehaneyi boşaltmışlar. Bir de bütün bu tabloya kahvehanede tek başına kalan, hınzır kahkahalarla gülen Ayhan ağabeyi ekleyin. İşte Ayhan ağabeyin portresi!

Köyde avcı hocanın namı günden güne yayılıyordu. Bu durum bir başka av meraklısının da dikkatini çekmiş olacak ki, Atmaca bana gülümsedi ve Akşama Konsolos da gelecek avadeyiverdi

Ayhan ağabeye neden Konsolos dediklerini bilmiyordum. Malûm, köylerde herkesin bir lakabı vardır. Bir söylentiye göre Ayhan ağabeyin bakkal dükkanının köyün ilk girişindeki mekân olması, herkesin önce ona uğraması; bir söylentiye göre de keyfine çok düşkün olmasından ötürü babasının bu ismi ona yakıştırdığıydı. Aslını bilemiyoruz ama bildiğimiz tek bir gerçek var: “Konsolos” deyince herkes tanıyor ve de gülümsüyordu…

Ayhan ağabey benim aylardır arayıp da bulamadığım kafa dengi bir av yoldaşıydı. Çulluk beklerine gelmeye başladığı ilk günden itibaren akşam avları daha da bir renklenmiş, esprilere, kahkahalara sahne olmaya başlamıştı. Gözü, elimdeki 20’lik Huğlu’daydı. Onun da dikkatini çekmiş, ‘böyle ince namluyla böyle güzel atışlar nasıl yapılabilir’ sorusu aklını kurcalıyor, bana meraklı sorular soruyordu… 

Hele ki ilk avımızda dağdan kopup gelen ve çok yüksekten geçen bir çulluğu vuramayıp benim üstümden geçerken onu benim vurup paçavraya çevirmem iyiden iyiye gözüne girmeme neden olmuştu. Ondan sonra içinden demiş ki; “Ha bu Hoca gerçekten iyi avcıdır…” İlk avdan sonra da iyi arkadaş olduk nitekim.

Büyüklerine çok saygılı, yaşıtlarına samimi, çocuklarla ise çocuk olurdu

Benim dikkatimi en çok çeken şey, çocukların onu çok sevmesiydi. Ayhan ağabey yeri geldiğinde çocukla çocuk oluyor, yeri geldiğinde büyüklerine son derece saygılı bir adam, yaşıtlarıyla da samimi bir dost olabiliyordu. Köyün bütün çocuklarının ona karşı bir sempatisi vardı. Her gelen çocuğa sorular soruyor, sohbetler ediyor, espriler yapıp onları da güldürmeyi başarıyordu. 

Bu yüzden alışverişe gönderilen çocukların öncelikli adresi Ayhan ağabey oluyordu. Çocuklar arasında bir kavga, anlaşılmayan karmaşık bir durum veya bir olay olduğunda işin aslı Ayhan ağabeyden soruluyordu. Çünkü onun her şeyden haberi vardı. Haberi olmadığı durumlarda çocukları çağırır işin aslını öğreniverirdi. Çocukların içinde ona karşı garip bir bağlılık vardı. O bir şey istese asla ikiletmezlerdi.

Ayhan ağabey oldukça zeki bir adamdı. Köye yakın olan tarlasına o zamanın modası, kavak dikmek veya mısır ekmek yerine; tarlayı düzlemiş, çimlendirmiş, telle çevirmiş, ışıklandırmış ve gençlerin kullanacağı bir futbol sahasına dönüştürmüştü. Top oynamak isteyenlere orayı kiralardı. Bakkalın dışında oradan da gelir elde etmekte, hatta Akyazı’dan bile müşterileri yaz-kış demeden maç yapmaya gelmekteydi. Hem de yapmacık halı sahada değil, gerçek çim sahada.

‘Haydi hoca! Babam geliyor’ derdi ve biz de dükkandan ayrılırdık…

Neredeyse her öğle arası Ayhan ağabeyin yanına gidiyor ve av muhabbetleri esnasında neşe içinde bir önceki avın değerlendirmesini yapıyorduk. Bizim bu sık sık ava gitmelerimiz Ayhan ağabeyin babasının kulağına da gitmiş ve ne yazık ki babası, bu durumdan pek de hoşnut olmamıştı. Bu durum, Ayhan ağabeyin oldukça canını sıktı. 

İyiden iyiye strese girdi. Ne olduğunu anlayamıyordum. Bakkalın önünde oturup sohbet ettiğimizde babasının geldiğini gören Ayhan ağabey, “Haydi Hoca, babam geliyor” diyerek adeta bir tatsızlık çıkmasını istemiyor gibi davranarak oradan uzaklaşmamı istiyordu. Bunu neden yaptığını bilmiyordum. 

Tamam babasına karşı son derece saygılıydı ama Ayhan ağabey evliydi ve iki tane çocuk babasıydı. Kazık kadar adamdı yani! İla maşallah kendi parasını da kazanıyordu. Babası onun ava gitmesine neden bu kadar karşıydı ve neden bu kadar müdahale ediyordu? Bunu anlamak mümkün değildi. 

Ona bunları sorduğumda, “Babam çok aksi bir adamdır. Karşı mı çıkayım şimdi? Bakkalı kapatıp ava gitmeme kızıyor. Boşver…” diye geçiştiriyordu. Babası kısa boylu, aksi görünüşlü tipik bir Karadeniz erkeğiydi. Bir saygısızlığını görmedim ama sessizliğiyle ve o aksi duruşuyla insana sıkıntı veriyordu.

Ayhan ağabeye neden Konsolos dediklerini bilmiyordum. Bir söylentiye göre Ayhan ağabeyin bakkal dükkanının köyün ilk girişindeki mekân olması, herkesin önce ona uğraması; bir söylentiye göre de keyfine çok düşkün olması!

Kuşluğundan sarkan üç tane çulluk, yanında simsiyah köpek: Adı Arap!

Soğuklar iyiden iyiye bastırmıştı. Çok çulluk gelmişti. Kar yağıyor ve ben bek avlarından sıkılmış, köpekli avları özlüyordum. Bir gün, hafta içi, yine kar yağmıştı; tam av havasıydı. Okul çıkışı her zaman olduğu gibi Ayhan ağabeyin dükkanında almıştım soluğu ama dükkân kapalıydı. Babasının pazara gitmesini fırsat bilip ava sıvışmıştı!

Sonra yandaki kahvehaneye oturup bir çay içtim, etrafa bakınırken uzaktan Ayhan ağabeyin elinde tüfek, avdan dönmekte olduğunu gördüm. Kuşluğundan sarkan üç tane çulluğu sallaya sallaya köy meydanından gururlu bir tavırla dükkanına doğru ilerliyordu. Yanında da daha önceden hiç görmediğim siyah bir İrlanda setteri vardı. Adına da hiç şaşırmadım: Arap…

Daha önce köyde hiç av köpeği görmemiş olan ben, hayretler içerisinde kaldım ve çok sevindim. Çok çulluk varmış. Çok tüfek atmış, çok da kaçırmış, üç tane vurabilmiş. Sonra kahvehaneden ısmarlanan çaylar eşliğinde bana yaptığı avı ballandıra ballandıra anlattı.

Konsolos, köpeğin zaafını bulmuştu. Arap kaymaklı bisküvi müptelasıymış!

O günün akşamı bek avında ben de bir çulluk vurmuştum ama aklım Arap köpekte ve köpekle avlanmaktaydı. Ev sahibim köpek beslememe müsaade etmiyordu. Zaten tüm aramalarımıza rağmen köpek de bulamamıştık. Tek çare, işte bu Arap köpekti.

Lakin Arap köpeğin de türlü türlü huyları vardı. Tamam, çok güzel av yapıyordu ama hovarda ve oldukça başına buyruk, erkek bir köpekti. Sahibinden başkasıyla ava gitmezdi. Köy sokaklarında başı boş gezer, ava gitmek istediğinde onu köy sokaklarında bulabilmek mucize kabilinden bir şeydi. Sahibinin kim olduğunu bilmiyordum. 

Ayhan ağabey bu köpeği kendisine çok zor alıştırmıştı. Önceleri iple bağlayıp araziye götürüyor, ancak ipini çözdü mü gerisin geriye köye dönüyormuş. En sonunda bizimki köpeğin bir zaafını keşfetmiş. Köpek tam bir kaymaklı bisküvi müptelasıymış. Ava gitmek istediği zaman iki, üç paket kaymaklı bisküvi alıyor, giderken arkasından onları tek tek atıyor, bu şekilde köpek onun yanından ayrılmıyormuş. 

Bir, iki kuş uçtuğunda veya en azından kokusunu aldığında köpek her şeyi unutuyor, akşamlara kadar av yapıyormuş… O sezon Arap köpekle bir kez olsun ava gidebilmek nasip olmamıştı.

Bizim sık sık ava gitmelerimiz Ayhan ağabeyin babasının hoşuna gitmemişti. Bakkalın önünde otururken babasının geldiğini gören Ayhan ağabey, Haydi Hocadiyerek adeta bir tatsızlık çıkmasını istemiyor gibi davranarak oradan uzaklaşmamı istiyordu.

Bir yıl sonra Arap ile ava gitmek istedim, ama Konsolos isteksizdi

Aradan bir yıl geçmişti. 1996 yılı, Ekim ayıydı. Hatta Ekim ayının, üçüncü haftasıydı. Bir önceki yıl Ekim ayının üçüncü haftası, mısır tarlalarının içinde çok güzel bıldırcın avları yapmıştım. Yine umut ediyordum, ‘mutlaka bıldırcın gelmiştir’ diye tahminde bulunuyordum. Günlerden cumartesi idi. Nedense çok geç kalkmıştım. Akşamdan güzel yağmur yağmıştı, sabahleyin çok güzel bir güneş açmıştı. Hava öylesine berrak ve tertemizdi ki, derin nefes alınca ciğerlerim bayram ediyordu. 

Sabah saat onbir gibi tüfeği sırtlayıp Ayhan ağabeyin dükkanına gittim. Dedim ki, “Ayhan ağabey, hadi gel bak hava çok güzel. Şu Arap köpeği de alalım. Gidip biraz dolaşalım. Akşamdan yağmur yağdı, mutlaka bıldırcın kalmıştır. Belki güzel bir av yaparız. Ne dersin?” 

Maalesef Ayhan ağabey o gün hiç de ava istekli değildi. Nazlanıyor, mızmızlanıyor, “Şimdi tüfek burada değil”, “Arap köpeği nereden bulacağım?”, “Bu havada bıldırcının üstüne bassan kalkmaz” şeklinde bahaneler uyduruyor; ava gitmemek için bin dereden su getiriyordu. 

Yağmur yağmış, üzerine bassan bıldırcın kalkmayacak. Adımlarımı yavaşlattım. Astronotların ayda yaptığı yürüyüşler geldi aklıma, bir de Ege’nin meşhur zeybeği! Kendi kendime gülümsedim. Avcılık adamı ne hallere sokuyor, kendimi tarlada soytarılık yapıyormuşum gibi hissettim!

“Şu çayımı içeyim, şu tahta köprüyü geçeyim, şu tarlada bıldırcın var!”

Ayhan ağabeyden ümit yoktu. Gelmek istemiyordu. Çaresiz yalnız gidecektim ava. Çay içerken de ona sitemli sitemli bir kehanette bulundum: “Bak, şu çayımı içeyim, şu tahta köprüden geçeceğim. Nah, şu tarlada bıldırcınlar beni bekliyor. İki tane vurup gelivereyim. Sen burada kös kös otur” dedim. 

Bizimkisi kahkahayı bastı, “Üstüne bassan kalkmaz onlar hoca. Bir tane bile vuramazsın” dedi. Ben tüfeği kaptığım gibi sola dönüp bir ‘eyvallah’ deyip tahta köprünün yolunu tuttum. Ayranım kabarmış, kuş olsa da olmasa da gidecektim. Ava gitme konusunda biri nazlanırsa çok da fazla üstelemem. Gider avı bulurum, vururum. Yeter ki av olsun. Ya sonrası? Gitmeyen düşünsün.

Tahta köprüden geçtim, ilk tarlaya girdim. Tarlada bol miktarda, bıldırcının çok sevdiği kuş üzümlerinden vardı. Daha on adım attım. Aklıma bir şey geldi. Kuş varsa bile akşamdan yağmur yemiş, hakikaten Ayhan ağabeyin dediği gibi üstüne bassan kalkmayacaktı. 

O an babamın bir sözü geldi aklıma:  Köpeksiz avcı, değneksiz köre benzer!

Adımlarımı yavaşlattım. Astronotların ayda yaptığı yürüyüşler geldi aklıma, bir de Ege’nin meşhur zeybek oyunları! Kendi kendime gülümsedim. Avcılık adamı ne hallere sokuyor, kendimi tarla içinde soytarılık yapıyormuşum gibi hissettim… 

İki, üç adım atıp duruyordum. Böyle böyle tarlanın ortasına kadar geldim. “Bir tek kuş yok muydu be!” Böyle zamanlarda umutsuzluk dolar adamın içine. Boşa kürek çekiyormuş hissi yayılır benliğine. “Şu çalı da pek müsaitmiş, sola gidip ona da bakayım. Ne yapsan boş. Ah bir köpek olsa! Şimdi tarlayı hallaç pamuğu gibi attırmaz mıydı, kuş varsa uçurmaz, tavşan varsa koşturmaz mıydı? Yok, yok, yok. Köpek yok. Babamın bir sözü geldi aklıma: Köpeksiz avcı, değneksiz köre benzer!” Gerçekten de öyleydi. Çaresizlik içinde iyice gevşemiştim ki, sağımdaki çalının içinden “Prink!” sesi yükselmesiyle kendime geldim. Tokmak gibi bir bıldırcın, ıslanmış kanatlarını hızla çırpıp uzaklaşmaya başladı. Azıcık uçması, parçalanmaması için uzattım. “Dan!” tek sıkıda aşağıda.

Düştüğü yeri iyi kollamak zorundaydım. Çünkü yanımda köpek yoktu. Her taraf tüydü, derken kuşu hemen oracıkta buluverdim. Oldukça da iriydi. Sevinçten havalara uçuyordum. Demek tahmin ettiğim gibi kuş varmış. O an şöyle düşündüm: “Bu tek değildir.” 

Yağmur yağmış, üzerine bassan bıldırcın kalkmayacak. Adımlarımı yavaşlattım. Astronotların ayda yaptığı yürüyüşler geldi aklıma, bir de Ege’nin meşhur zeybeği! Kendi kendime gülümsedim. Avcılık adamı ne hallere sokuyor, kendimi tarlada soytarılık yapıyormuşum gibi hissettim!

Avcılar ikiye ayrılır: Oturup avucunu  yalayanlar, ava gidip kuş vuranlar! 

Hemen tüfeği kırıp fişeği tazeledim. İlk atışı yaptığım yere geri döndüm. Hemen çemberler çizmeye başladım. Geniş bir daire çizdim, yoktu. “Herhalde tekti” diye düşünürken ikinci bıldırcın önümden fırlayıverdi. “Dan, dun!” İkinci sıkıda vurdum. Açıklık bir yere düşmüştü, koşup aldım. 

Düşündüm ki böyle güzel bıldırcın varken av bırakılmazdı ama canım köpekle bir av yapmak istiyordu. Öte yandan dönüp Ayhan ağabeyi de deli etmek çok güzel olacaktı. Çünkü aradan en fazla on, on beş dakika geçmişti ve benim kehanet gerçekleşmişti. 

Hızlı adımlarla geri döndüm. Ayhan ağabeyin dükkanına girdim. Müşteri yoktu. Dedim ki: “Ağabey sen burada löşeke gibi otur. Bıldırcınlar dibimizdeki tarlada cirit atıyor…” Meraklı bakışlarla, “Sen mi attın demin?” diye sordu. “Tabii ki ben attım. Ben avcıyım ağabey, senin gibi tembel değilim ki! Hem avcılar ikiye ayrılır: Kös kös oturup avucunu yalayanlar, ava gidip kuş vuranlar.” 

Gülümsedi: “Vurdun mu bari?” Yoklama çekiyordu bana! “Yahu ağabey, sen galiba beni kendinle karıştırıyorsun! Ben sana demedim mi aha şu kahvede. Nah, şu tarlada bıldırcınlar beni bekliyor. İki tane vurup gelivereyim.” 

“Ben eve gidip tüfeği alayım… Şu uşaklar da Arap’ı bulsunlar!”

Cebimden çıkardığım tokmak gibi iki bıldırcını koyuverdim terazinin üstüne. Şaştı, kaldı. “Çok bıldırcın var ağabey. Hadi gel gidelim” deyince, bu sefer içinde kabaran avcılık duygusunun önünde duramadı. “Ben eve gideceğim hoca. Şu tüfeği alayım. Şu uşaklara söyleyeyim de şu Arap köpeği bulup getirsinler” dedi. 

Bunun üzerine ben de, “Senin köpeği bulman uzun sürer. Ben de eve gideyim de biraz fişek alayım. On beş tane ya var, ya yok. İki lokma da atıştırayım bari. Bir saat sonra burada buluşalım” diyerek eve döndüm.

Bir saat sonra Ayhan ağabeyin evinin önünde buluştuk. Çocuklar Arap köpeği bulmuş, sonra getirip dükkânın önündeki bir direğe bağlamışlardı. Elbette ki Ayhan ağabeyden ödül olarak aldıkları çikolataları, gofretleri vs yiye yiye oradan uzaklaşıyorlardı… 

Ayhan ağabey köpeğin zaafını keşfetmiş. Arap tam bir kaymaklı bisküvi müptelasıymış. Ava gitmek istediği zaman iki, üç paket kaymaklı bisküvi alıyor, giderken arkasından onları tek tek atıyor, bu şekilde köpek onun yanından ayrılmıyormuş. 

Tüfeklerimiz, fişeklerimiz ve elbette bisküvilerimiz hazırdı!

Ayhan ağabey dükkândan yüklü miktarda kaymaklı bisküvi aldı ve bunları yürürken arkasından tek tek atmaya başladı. Köpek de seyrek aralıklarla atılan bu bisküvileri tek tek mideye indiriyordu.

Birlikte tahta köprüyü geçip bıldırcınları vurduğum tarlaya girdik. Arap girer girmez bıldırcınları vurduğum yerlerdeki tüyleri uzun uzun koklayarak deli gibi aranmaya başladı. Bıldırcının kokusunu aldığı için artık kaymaklı bisküviyi filan umursadığı yoktu. Deli gibi tüm tarlayı geziyor ama bir tane bıldırcın kaldıramıyordu. 

Kaç kere gittik geldik bir tane kalkmadı. Ayhan ağabey bana dedi ki: “Ula Hoca, iki tane bıldırcın varmış, onları da sen vurmuşsun!” Şaşırıp kalmıştım. Dedim ki: “Gel şu dip tarlaları gezelim, ben geçen sene çok bıldırcın kaldırdım oralardan…”

O kadar yürüdük, tek bir bıldırcın kalkmamıştı. Sonunda söylediğim yere vardık. Orada ince uzun bir mısır tarlası vardı. Biçmişler ama sürmemişlerdi. Tarla setlerinde de kuş üzümlerini görünce ‘tam yeri’ diye düşündüm. Hava hızla kapatıyordu. Kara kara bulutlar geliyordu. Arap köpek daha tarlaya girer girmez çakılıverdi fermaya. 

Arap köpek daha tarlaya girer girmez çakılıverdi fermaya. “Bas oğlum!” “Prink!” Ayhan ağabeyden bir sıkı; “Dan!” Ve kuş aşağıda. “Getir oğlum!” Aldık ağzından, sev babam sev. Gökten ilk iri damlalar düşmeye ve yere şap şap diye yapışmaya başladı. O an hayatımızda en son isteyeceğimiz şey, yağmur yağmasıydı. Kara kara bulutlar ise inadına inadına bindiriyordu

“Bas oğlum!” 
“Prink!” 
Ayhan ağabeyden bir sıkı; “Dan!” Ve kuş aşağıda.
“Getir oğlum!” 
Aldık ağzından, sev babam sev.

Bıldırcınlar yağmur olmuştu ve  sanki bu tarlaya yağıyorlardı

 Köpekli avı ne kadar özlemiştim. Bek avlarında, köpekle yaptığımız şu av zevkinin ve adrenalinin onda biri bile yoktu. Tarlada yirmi adım gitmedik. Köpek ortalığı bir karıştırdı. 

“Prink, prink, prink!”

Tarlanın her yerinden bıldırcınlar fırlamaya başladı. Ortalık bir karıştı. “Dan, dun, dan, dun!” Kaç tane düştü, düşenden fazlası gitti. Düşenlerin kimini köpek bulup getiriyor, kimini biz buluyorduk. Ararken sıkı değiştiriyoruz. Bakıyoruz, köpek fermada, koşuyoruz yanına. Üçlü beşli fırlıyor… Sanki yağmur olmuş bıldırcın, bu tarlaya yağmıştı. Çok kısa bir sürede yirmi küsur bıldırcın vurmuştuk.

Gökten ilk iri damlalar düşmeye ve yere şap şap diye yapışmaya başladı. O an hayatımızda en son isteyeceğimiz şey, yağmur yağmasıydı. Kara kara bulutlar inadına inadına bindiriyor ve şiddetli bir yağmurun ilk emarelerini veriyordu. Benim yeleğin arkasında yağmurluk vardı ama Ayhan ağabey tedbirsiz gelmişti. 

Yağmur şiddetle bastırırsa şımşırık olacaktık. Nitekim öyle de oldu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Ben arkamdan yağmurluğu çıkardım ama giymeye fırsat bulamadan Ayhan ağabeyle ikimiz tarla setinin kenarında benim yağmurluğun altına giriverdik. 

Yağmur altında Konsolos’a sordum: Baban nasıl 180 derece değişti?

İyi ki de öyle yapmışız. Çünkü dışarıda yağan ilk yağmurun şiddetiyle ortalık su tozu ve her yer çamur içindeydi. Bu arada yanımıza gelmeye çalışan Arap köpeği de çalı sopasıyla kendimizden uzak tutmaya çalışıyorduk. Çünkü yağmurdan silkeleniyor ve bizi ıslatıyordu. Yağmurluk ikimize anca yetiyordu, ona yer yoktu!

Sonra umudunu keserek bir ağaç dibine gidip oturdu. Uzun süre yağmurun yavaşlamasını bekledik. İlk üç beş dakika mesele yok ama otur otur hem dizlerimiz ağrıyor hem de canımız sıkılıyordu.

Orada set kenarında yağmurluğun altında çömelip otururken Ayhan ağabeye kafama çok takılan bir şeyi soruverdim. “Yahu Ayhan ağabey, şu senin baba ne tuhaf adam! Önce seni ava götürüyorum diye bana çok kızıyordu, sonra ne olduysa tam tersine döndü. Senin benimle ava gitmene müsaade etmeyi bir kenara bırak, bensiz ava gitmemeni istemeye başladı. Ne oldu da bu adam yüz seksen derece dönüş yaptı?”

Meğer bizim avcı şanımız, köyde öyle almış yürümüş ki; dedikodu makinesi, kendisini katlaya katlaya büyütmüş. Herkes ‘Avcı Hoca’yı kulaktan kulağa öyle abartmış ki! Anlatılan avların onda birini vurmamışımdır! Duyan da beni ‘Terminatör’zannedecek! 

O Dünya’ya boş vermiş, şen şakrak adamın içinde ne dertler gizliymiş

Ayhan ağabey tıpırdayan yağmurluğun altında uzaklara bakarak derin bir nefes aldı ve ağzından üflerken bir buğu hüzmesi çıkarttı. “Ben sara hastasıyım Hoca!” dedi. “Çok ağır nöbetler geçirdim, tedavim çok uzun sürdü. Birkaç senedir bir şey olduğu yok, şimdi iyiyim Allah’a Şükür. Seninle konuştuktan sonra babam sana çok güvenmiş. Bizim deli oğlan ne yapsam yine de beni dinlemiyor, inadına ava gidiyor. Bari Hoca’yla gitsin. Tahsilli adam, bir şey olursa ona yardım eder diye düşünmüş. Olay bu” dedi.

Çok üzüldüm… Meğer o Dünya’ya boş vermiş, şen şakrak adamın içinde ne dertler gizliymiş. İki yıldır sağlığıyla ilgili bu durumu benden sır gibi saklamış, belki de anlatmayı gururuna yedirememişti. “Keşke bunu bana daha önce söyleseydin. İyi ki böyle bir şey olmadı. Yoksa düşünsene böyle bir havada, çaresizlik içinde kafayı yedirtirdin bana. Ben burada nereden ambulans bulacaktım?” diyerek hüzünlü havayı dağıtmak istercesine işi şakaya vurdum. İkimiz de gülüştük.

Yağmurun hızı iyiden iyiye kesilmişti. Kalkıp hızlı adımlarla yola koyulduk. Dönüşte o önde, ben arkada yorgunluktan pek konuşmadık…

“Hastalık derdi böyle amansızdır. Bu babanın aklı çok karışıktır.”

Dedem Korkut kara kara karlı dağlardan, uzun uzun ovalardan, çam çamurlu yollardan gelir oldu. Tüm heybetiyle dikildi, aydınlık yüzüyle gülümsedi. Yaradan Rabbimin yüzü suyu hürmetine şu maniyi düzdü:

Yağmur sıvaşık, çamur yapışıktır.
Üstümüze çöken bir ağırlıktır.
Hastalık derdi böyle amansızdır.
Bu babanın aklı çok karışıktır.
Öyle de olsa böyle de olsa,
Bir yel gibi geçer, gider bir ömür. 

Deyip, her zamanki gibi ansızın çekip gitti.

Pazarköy çok renkli insanların olduğu bir yerdi. Yaz aylarında öğretmen arkadaşlarımdan, büyüklerimden telefonlar geliyordu. Köydekiler: “Bu hoca neredeymiş, nasılmış, iyi miymiş?” diye hâl hatır soruyorlarmış sağ olsunlar.

Anlatılanların onda birini vurmamıştım. Duyan da beni ‘Terminatör’ zannedecek!

Meğer bizim avcı şanımız, köyde öyle almış yürümüş ki; dedikodu makinesi, kendisini katlaya katlaya büyütmüş. Herkes ‘Avcı Hoca’yı kulaktan kulağa öyle abartmış ki, anlatamam… Ben bu anlatılan avların belki onda birini bile vurmamışımdır! Duyan da beni ‘Terminatör’ zannedecek! 

Bu telefonlardan birinde Mithat hoca dedi ki: “Oğuz seni biri illaki görmek istiyor. ‘Bu uşak kimdir ki herkes av muhabbetlerinde onu konuşuyor. Ha bu uşak beni bu yaşımdan sonra tekrar avcı yapacak. İllaki onu benimle tanıştır’ diyor.”

Yayladan yaz-kış inmeyen, gençliğinde ayı avlayan bu ağabeyimiz kimdi?

Onu da sonra anlatırız. Çünkü o, başka bir hikâye. Bir başka hikâyede gönül sohbetleri edebilmek dileğiyle şimdilik, kalınız sağlıcakla.