Monthly Archives :

Mart 2023

Outdoor için ‘Beşi Bir Yerde’ 1024 684 admin

Outdoor için ‘Beşi Bir Yerde’

Dacia’nın yeni oyuncusu Jogger, SUV, Crossover, station, MPV ve  sedan gibi beş farklı gövdenin özelliklerini tek bir gövdede sunan, ayrıca kamp için aksesuarlarla da donatılabilen, ilginç bir otomobil. Dacia  bu araç için, “Hepsi Bir Araba” sloganını kullanıyor.

Hırant Kasapoğlu Yazdı


Şehirlerimiz her gün, bir öncekinden daha fazla kalabalık olmaya devam ediyor. Bu da sakinlik arayan bireyler için, kısa süreli de olsa doğaya kaçma dürtüsünü ortaya çıkarıyor. Göl kenarında, sahilde ya da dağda birkaç günlük bir kamp bataryalarımızı enerjiyle doldurup, daha sonra şehrin çılgın koşuşturmasına dönebilmek için şart. Şehirden uzaklaşırken, hobilerimizi de birlikte taşıyoruz. Bunun için kimimiz Pick-Up kamyonet, kimimiz karavan, Crawler, kimimiz ise SUV veya Crossover araçlarımızı kullanıyoruz. Otomotiv sektöründeki fiyat performans odaklı markalardan Dacia, Duster modelinden sonra, yine outdoor yaşama uygun modellerinden olan 7 koltuklu Jogger’i pazara sundu. 2022 sonunda Türkiye’ye gelen Jogger, 2023’ün ilk yarısında 140 HP’lik hibrit motor ve otomatik şanzımana da kavuşacak.

Peki Jogger’ı bir outdoor hobi aracı yapan özellikleri neler? Dacia markası, Jogger’ı Türkiye pazarında “Hepsi Bir Araba” sloganıyla tanıtıyor. Yani SUV, Crossover, Station, MPV, Sedan otomobillerin olumlu yönleri bir potada eritilip Jogger kalıbına dökülmüş, tıpkı beşi bir yerde gibi. Bu kadar çok kavram tek bir otomobilde buluşurken, üstelik bu, ekonomik bir fiyatla da birleşmiş. Teoride kulağa hoş geliyor. Geniş iç kabin, yüksek tavan, 7 koltuklu yapı, dışta araziye uyum sağlayan off-road eklentileri (çamurluk çevresi, marşpiye ve tampon altlarında ilave plastik kaplamalar) Jogger’ın öne çıkan özellikleri. Aracın tavan rayları ise modüler anlamda çok pratik. Gerektiğinde bir port-bagaj veya bisiklet taşıyıcısını bu raylara monte etmek mümkün. Taşıma özellikleri bununla sınırla değil. İç mekandaki arka iki sıra koltuğu yatırarak, 2 metreküpten fazla bir taşıma hacmi elde etmek mümkün.

Dacia’nın yeni oyuncusu Jogger, SUV, Crossover, station, MPV ve  sedan gibi beş farklı gövdenin özelliklerini tek bir gövdede sunan, ayrıca kamp için aksesuarlarla da donatılabilen, ilginç bir otomobil. Dacia  bu araç için, “Hepsi Bir Araba” sloganını kullanıyor.

Aracın ilk sürüşlerini gerçekleştirdiğimiz, Iğdır-Kars arasındaki bir kamp alanında, Jogger’e uygulanabilecek kamp ekipmanlarını da inceledik. Bunlardan en çok, aracın bagaj kapağından dışarı doğru uzanan çadır konsepti ilgimi çekti. Bunun haricinde, tavana kurulabilen ve merdivenle çıkılan başka bir çadır opsiyonu var. Ayrıca aracın içine, arka iki sıra koltuklar yatırılarak oluşturulan alana, tam boy bir mat sığabiliyor ve böylece 2 kişinin uyumasını sağlayacak geniş bir alan oluşuyor. Tüm bunların Dacia bayilerinden, aksesuar olarak satın alınabiliyor olmasıysa bir diğer olumlu yanı.

Jogger ilk etapta 1 litrelik, 3 silindirli, 110 HP’lik benzinli motorla ve 6 ileri oranlı manuel şanzımanla geldi. Aynı motorun 100 HP’lik LPG’li versiyonu da var. Nisan ayında ise hibrit ve otomatik vitesli versiyonu da gelecek.

TEKNİK ÖZELLİKLER

Dacia Jogger 1.0 TCE 110 BG Motor: 999 cc; 3 silindir turbo benzin; Güç: 110 HP/5.000-5250 d/d; Maks. Tork: 200 Nm/2.900-3.500 d/d; Güç aktarımı: Önden çekiş, 6 ileri manuel şanzıman; U/G/Y: 4547/1848/1629 mm; Boş ağırlık: 1280 kg; Bagaj hacmi: 212/631/2085 lt: 0-100 km/s: 11,2 sn; Maks. hız: 183 km/s; Tüketim: 5,7 lt/100 km; CO2: 128 g/km.

Geniş iç kabin, yüksek tavan, 7 koltuklu yapı, dışta araziye uyum sağlayan Off-Road eklentileri (çamurluk çevresi, marşpiye ve tampon altlarında ilave plastik kaplamalar) Jogger’in öne çıkan özellikleri…

Belge ile değil, Bilgi ile yapılacak bir iş 1024 684 admin

Belge ile değil, Bilgi ile yapılacak bir iş

CANKURTARANLIK

VOLKAN ŞENOL

BİZİM YAPTIĞIMIZ İŞ İLE SERTİFİKANIN HİÇ ALÂKASI YOK. HATTA ARALARINDA DAĞLAR KADAR FARK VAR. BU İŞİ YAPABİLMEN İÇİN ÖNCELİKLE CESUR OLACAKSIN; SONRASINDA DA BİLGİLİ… DENİZİ, İNSANLARI TANIYACAKSIN. PROSEDÜR GEREĞİ SERTİFİKA ŞART! TAMAM AMA ADAMIN SERTİFİKASI VAR, YÜZME BİLMİYOR, İNSAN KURTARMAYI BİLMİYOR! ÖZETLE; SERTİFİKA HAYAT KURTARMIYOR, BU İŞ BELGE İLE DEĞİL BİLGİ İLE YAPILIYOR 

Aybeniz Orhan Röportajı


Aybeniz Orhan: Şenol bey merhaba, hoş geldiniz… Biz gelemedik, siz zahmet ettiniz ve geldiniz. Öncelikle The Great WildLife dergisi olarak bizimle röportaj yaptığınız için size teşekkürlerimizi sunarım. 

Volkan Şenol: Hoş bulduk öncelikle… Ben teşekkür ederim. 

Şenol bey, siz cankurtaransınız. Nerede görev yapıyorsunuz?

Evet, tam 30 senedir cankurtaranlık yapıyorum. Bu işe gönül verdim, kalpten. Batı Karadeniz’de Kilyos kıyı şeridinde görev yapıyorum. Bu mesleğin dededen kalma olduğunu düşünüyorum. Çünkü benim dedem de bir denizciydi. Denizci bir komutanın torunuyum ben. 30 senedir bu mesleğe hayatımı adadım. İnsan hayatına, hayatımı adadım. Çocuklarım da denizci zaten…  

ZEVK OLSUN DİYE CANKURTARAN OLANLAR ASLA İNSAN HAYATI KURTARAMAZLAR…

Zor bir meslek değil mi cankurtaranlık?

Zor değil, çok zor… Çünkü öncelikle insanların hayatını kurtarmak için uğraş verirken, kendi hayatınızı da tehlikeye atıyorsunuz. Ben 30 yıldır, kendi ailemden birisi boğuluyormuş hissiyle hareket ediyorum, boğulma tehlikesi geçiren insanın yanına bu hissiyatla gidiyorum. Zaten böyle hissetmezseniz, bu işi lâyıkıyla yapamazsınız. Böyle hissetmezseniz, yardıma ihtiyaç duyan o insanları kurtaramazsınız. Orada zevk olsun diye cankurtaranlık yapayım derseniz, ‘3 ay çalışayım, sonra kafama göre gider başka iş yaparım’ diye düşünürseniz bu işi yapamazsınız. 

Çocukluğumdan beri bu işi yapıyorum. 30 sene diyorum ama aslında daha öncesi de var. 30 sene, sadece profesyonel kariyerim. 30 sene öncesinde de büyük ağabeylerimizin yanında, bizden önceki cankurtaranların yanında yer aldım ve kendimi yetiştirdim. 8-9 yaşındaydım, bir boğulma anı yaşandığında o ağabeylerimiz harekete geçtiğinde ben de hemen tekneye atlardım. O günlerde bu aşk doğdu benim içimde. Bu işe gönül verdim ve halen o ilk günkü aşk ile yapıyorum işimi…

9 yaşındaydım, bir boğulma anı yaşandığında o ağabeylerimiz harekete geçtiğinde ben de hemen tekneye atlardım. O günlerde bu aşk doğdu benim içimde. Bu işe gönül verdim ve halen o ilk günkü aşk ile yapıyorum işimi…

ADAMA SERTİFİKA VERİYORLAR AMA GELİN GÖRÜN Kİ YÜZME BİLMİYOR!

Cankurtaranlığın püf noktası nedir? Mesela ben iyi bir yüzücüyüm. Sonrasında bir okula gideyim, sertifikamı alayım ve gidip cankurtaranlık yapayım. Bu yeterli mi? Bu meslek, bu şekilde yapılabilir mi? 3-5 günlük eğitim ile cankurtaranlık yapılabileceğine inanıyor musunuz?

Vallahi güzel sordunuz! Şöyle cevap vereyim. Ben inanmıyorum. Benim gibi, yani benim kadar deneyimli, bu işe bu kadar gönül veren insanlar da inanmıyor açıkçası. Ancak Türkiye’de maalesef sizin bahsettiğiniz şekilde de olabiliyor. Bazı dernekler, bazı kuruluşlar, hatta federasyon da dahil; hiç denetlemeden sertifika veriyor. Genç, hevesli çocuklara sertifikalar dağıtılıyor. Bu çocuklar 3 ay, 5 ay, bir sene yapıyorlar bu işi ve arkası gelmiyor.  Sertifika bana göre gereksiz. Daha doğrusu bizim yaptığımız iş ile sertifikanın hiç alâkası yok. Hatta aralarında dağlar kadar fark var. 

Bu işi yapabilmek için ilk önce cesur olman lazım, cesaretli olman lazım. Bu işi yapıyorsan, büyük cesaretin olması lazım. Sertifika adam kurtarmıyor! Prosedür gereği sertifika veriliyor. İşletmeler de sertifika soruyor. Sertifika soruyorlar ama adam yüzme bilmiyor, adam kurtarmayı bilmiyor! Hiçbir şey bilmiyor özetle… 

Dalgasız bir denizde özellikle yaşlıların ve çocukların çok dikkatli olmaları gerekir. Cankurtaranların da öncelikle bu kategorilere giren insanları takip etmesi lazım. Çünkü düzgün, dalgasız bir denizde bir anda kaybedersin çocuğu, derine düşer ve boğulur. Yaşlılar için de durum aynı; Tansiyonu düşer, kalbi sıkışır, başına güneş geçer, bir anda düşer denizin içinde ve o kalabalık içinde bulamazsınız 

GÜNEŞ YAĞIMI SÜREYİM, SAHİLDE GEZEYİM, BÜTÜN KIZLAR BANA BAKSIN DİYENLER VAR!

* Birçoğu moda diye bu işi başlıyor olabilir mi?

Gençlik… Kız aşkı… Cankurtaran olayım, güneş yağımı sürüp sahilde yürüyeyim, kızların hepsi bana baksın! Bu güzel ve doğru bir şey değil… 

* Peki bu durumu denetleyen hiç kimse yok mu?

Denetleme var! Şöyle ama; Var mı evrakın, sertifikan? Var… Tamam işte! Bu kadar…

* Çünkü ben çok duyuyorum, Kilyos’ta değil ama başka bölgeler için… Özellikle Şile bölgesi… Şile’de maalesef çok fazla boğulma olayı yaşanıyor. Orada kimse kimseyi kurtarmıyor mu? Sürekli ölüm haberleri alıyor ve üzülüyoruz. Ne oluyor oralarda?

Karadeniz’in kıyı şeridi; Trabzon’dan bizim Kilyos’a kadar her tarafı aynı aslında… Aslına bakarsanız, orası daha fazla medyaya düştüğü için, sürekli Şile ve boğulma haberleri yapıldığı için böyle bir algı var. Aslına bakarsanız bütün kıyı şeridi tehlikeli. Fakat bilmezsen, denizi tanımazsan tehlikeli. Akıntı var sonuçta, ‘rip’ akıntısı var. Dalgalar geri dönerken kum da biraz oynuyor. Fakat bu durum sadece bir bölge için geçerli değil; bütün Karadeniz kıyı şeridi aynıdır. 

Biz, Kilyos’ta işimizi biraz daha sıkı tutuyoruz. Ayrıca bizim bölgemizde yıllardır bu işi yapan ve deneyimi çok daha fazla olan arkadaşlar bulunduğu için ölümle sona eren talihsiz olaylar yok denecek kadar az yaşanıyor. Bundan 10-15 sene evvel gerçekten çok fazla ölümle sonuçlanan boğulma olayları yaşanıyordu. Çünkü deneyim yoktu, bilgi yoktu, denizi tanımıyorlardı. 

Cankurtaranlık sadece kaba kuvvet ile yapılacak bir iş değil. En büyük yanılgılarımızdan biri de maalesef şu; Bizim halkımız yüzde 90’ı “Ben iyi yüzerim” diye düşünüyor. Fakat iyi yüzücü olmak, cankurtaranlık yapmak ile kaba kuvvetin uzaktan yakından ilgisi yok. Her şeyden önce denizi tanımak çok önemli. Hepimizin bildiği gibi Türkiye, üç yanı denizlerle kaplı iki yarımadadan oluşuyor. 

Bir kişi boğuluyor, on kişi onu kurtarmaya gidiyor ama hiçbirinin kurtarma konusunda bilgisi yok. Teşekkür ederim hepsine cesaretli davrandıkları için ama sonra bir bakıyoruz; onbir kişi boğuluyor… O bir kişiyi kurtarmak için yola çıkan iki cankurtaran, onbir kişiyi kurtarmak için uğraş veriyor. Bizi en çok yoran olay bu.

DENİZİ TANIMAK ÖNEMLİ… AVUSTRALYA’DAN GELİP KARADENİZ’DE YÜZEMEYEN CANKURTARAN GÖRDÜM. 

Bir insan böyle bir durumda nasıl soğukkanlı kalabilir? Ben sualtında çok iyiyim mesela, tüple dalarım ve zaten derneğe de üyeyim. Eski bir atletim ve çok iyi koşarım. Fakat bunlara rağmen tüpsüz suyun altında çok uzun süre kalmam, kalamam ve denizde her zaman temkinli davranırım. İyi yüzerim, ama kendimi de asla tehlikeye atmam. Hatta yanımdakilere de izin vermem. 

Biz de boğulan bir vatandaşımıza koşarken orada bulunan bütün insanları uyararak giriyoruz denize… Çünkü bir kişi boğulmak üzereyken iki cankurtaran onun yanına gitmeye çalışıyor. Ben, ekibimle beraber böyle durumlarda, yani denizin tehlikeli olduğu durumlarda botla çıkıyorum kıyıdan. Koşarken de, bota çıkarken de insanları uyarıyorum: “Kimse gelmesin” diye… 

Çünkü çok olay yaşadık bu konuda… Bir kişi boğuluyor, on kişi onu kurtarmaya gidiyor ama hiçbirinin kurtarma konusunda bilgisi yok. Teşekkür ederim hepsine cesaretli davrandıkları için ama sonra bir bakıyoruz; onbir kişi boğuluyor… Bu durumda o bir kişiyi kurtarmak için yola çıkan iki cankurtaran, onbir kişiyi kurtarmak için uğraş veriyor. Bizi en çok yoran olay da bu aslında… Ben okyanusta da yüzdüm, yurt dışında da çok farklı bölgelerde denizlere gittim. Dünya Şampiyonaları’na katıldım. 2010 yılında Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar ile sörf board şampiyonası düzenlendi. Dünyanın en iyisi, birinci sırasındaki cankurtaran ekibiyle de çalıştım. Bu biraz da bulunduğunuz yer ile alâkalı bir durum. Ben Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneği’nin olan BURC Beach’teyim. Kendimi burada bir hayli geliştirdim. Çünkü burada çok önemli, güzel aktiviteler oldu. Avustralya’dan gelip Karadeniz’de yüzemeyen cankurtaranlar oldu! Denize çıkamadılar, benden yardım istediler. Bu benim için bir gurur elbette. 

Çok kötü bir havada çıktım denize onların isteğiyle… Bana, “Biz çıkamadık denize, siz burada bunu nasıl yapıyorsunuz” diye sordular. O günden sonra da beni Avustralya’ya davet ettiler. Gittiğimde gördüm ki, o insanların helikopterleri bile var! Bizim hiçbir şeyimiz yok, sadece cesaretimiz var! Türkiye’nin bütün denizlerini biliyorum. Sık sık tekrarlıyorum ama her şeyden önce denizi bilmeniz şart. Hepsinin ayrı ayrı tehlikeleri var. Bu duruma da başka bir açıdan bakmak gerek aslında… Denizler tehlikeli diyoruz ama, aslında insanlarımız tehlikeli… Denizde bir şey yok, ancak insanlarımızda bilgi az olduğu için deniz tehlikeli oluyor. Yeterli bilgiye sahip olsak, o bilgilerin ışığında hareket etsek, deniz nasıl tehlikeli olabilir ki?! 

Tehlike var” diyoruz, aldığımız karşılık şu oluyor: “Ben yüzme biliyorum!” Anlamadıkları şey ise şu: Yüzme bilmek farklı şey, boğulurken kendini kurtarmak başka şey, boğulan bir insanı  kurtarmaya çalışmak ise bambaşka bir şey… 

İYİ CANKURTARAN, İYİ BİR GÖZLEMCİDİR. HİSSEDER, BAKAR VE TEHLİKEYİ GÖRÜR…

* Boğulmamak için ne yapmak gerekiyor? Ya da şöyle sorayım; Boğulma anında bir insan sükunetini nasıl koruyabilir?

Öncelikle insanların kontrollü bölgelerden denize girmesi lazım. Cankurtaranların olmadığı bölgelerde denize girmemeleri lazım. Para ödemeyeyim, masrafım olmasın, 3-5 arkadaş gidip bir kayalıktan denize atlayalım diye düşünmemek lazım. Çünkü orada, herhangi bir tehlike anında onları kurtarabilecek kimse yok. Cankurtaran, bir insanın boğulduğunu ilk bakışta hisseder, anlar. Takip eder, görür. Cankurtaran görmezse zaten cankurtaranlık yapamaz. Çünkü bir cankurtaranın en önemli özelliklerinden biri de çok iyi gözlemci olmasıdır. Boğulma anında ise çok soğukkanlı olmak lazım. Boğulma tehlikesi yaşayan insan utanmayacak, gurur yapmayacak, sesi çıktığı kadar bağıracak ve ‘imdat’ diyerek yardım isteyecek. Bu işin utanması yok, sonuçta ipin ucundasın ve yardım gelmezse öleceksin. 

Sakin olacaksın, zamanı çok hızlı değerlendireceksin ve tehlikenin hemen başında yardım isteyeceksin. Elini kaldıracaksın, ‘imdat’ diyeceksin, ‘kurtarın’ diyeceksin. Gurur yapıp bağırmayan insanlar var. Kendi kendine kurtulacağını düşünüyor, çaba gösteriyor ama bir süre sonra nefesi tükeniyor, su yutuyor. Bir şeyden korkarsınız ve ‘ödüm patladı’ dersiniz ya… Denizde boğulmalar da işte böyle oluyor. Ayrıca bayılma durumu olabiliyor. Boğulmak üzere olan bir insan bayıldığında, biz cankurtaranlar onu çok daha kolay denizden çıkartabiliyoruz. Çünkü bayıldığında su yutmuyor, direnç göstermiyor, su yutmadığında da boğulmuyor insan. Uyuyor gibi düşünün, bu durumda suyun üzerinde kalıyor zaten insan. 

40, 45 dakikada canlandırdığımız insanlar var. Gerçek bir boğulma anı ise gerçekten çok tehlikeli… Yardıma giden insanı da dibe çeker. Çünkü sizin insan olduğunuzun farkına bile varamaz, göremez. Boğulma anında adrenalin öyle bir patlama yapıyor ki, korkuyla beraber karşıdan gelen insan mı, taş mı, odun mu, tekne mi; onu fark edemiyor. Siz onunla konuşursunuz ama boğulma riski taşıyan insan bu konuşmaları bile fark etmez. Çok ciddi bir şekilde boğulma riski yaşayan insanı kurtarırken, hemen arkasına geçmeniz lazım. Kesinlikle önünde durmamak gerek. Onu kıyıya ya da tekneye götürürken sakinleştirici konuşmalar yapmak lazım. Belki konuşmalarını net olarak anlamaz ama sen konuştukça, o insanın dikkatini dağıtır ve sana sarılmasını önlersin. 

Bir şey itiraf edeyim; Ben muhtemelen 70-80 kez ölmüşümdür! Bu insanlara tuhaf gelebilir ama yaşayanlar da dediğimi iyi bilir. Cankurtaranlar bu dediğimi çok iyi bilir. Yaşamayanlar ise bu dediğime güler! Fakat deniz tehlikeli ve boğulma çok farklı bir olay. Allah kimseye yaşatmasın. Yaz aylarına girmek üzereyiz ve bu dergide bu röportajı yapmak gerçekten çok önemli… İnşallah okurlarınız bu röportajı okur, değerlendirir ve bu konularda bilgilenir. Bir kişi bile kurtarmış olsak, dünyanın en önemli işini yapmış oluruz. 

Avustralya’dan gelip Karadeniz’de yüzemeyen cankurtaranlar oldu! Denize çıkamadılar, benden yardım istediler. O günden sonra beni Avustralya’ya davet ettiler. Gittiğimde gördüm ki, o insanların helikopterleri bile var! Bizim hiçbir şeyimiz yok, sadece cesaretimiz var! 

TRAFİKTE DE, MOTORDA DA, DENİZDE DE HEP ‘BEN USTAYIM’ DİYENLER ÖLMÜŞTÜR 

* Zaten sizi davet etmemin, bu röportajı yapıyor olmamın nedeni bu… Doktor Kemale Musayeva, “Çok önemli bir meslek” dediği an, bu röportajı yapmam gerektiğini düşündüm. Çünkü maalesef bilinçsiz insan sayımız bir hayli fazla. En büyük hatayı her zaman “Ben çok iyi bilirim” diyenler yapar. Üstelik bu işin okulu da yok. İnsanlar kursa gittiğinde oradaki hocalar da bu konularda ders vermiyorlar. Oysaki yüzme hocalarının kursiyerlere boğulma ile ilgili de bilgiler, dersler vermeleri lazım. Ancak olay tamamen ‘para’ endeksli olduğu için sadece insanlar geliyor, iki dakika yüzdürülüyor ve gidiyor. 

Kesinlikle haklısınız. Hatta bu durum sadece deniz için de geçerli değil… Trafikte de, arabada da, motorda da… Ustalar hep ölmüştür! Bu işin bir ayıbı yok aslında… Öğreneceksin. Çocukluğundan beri denizin içinde yaşayan, yıllardır (aralıksız 30 yıl) cankurtaran olarak görev yapan biri olarak benim bile başucu kitabım var bu konuyla ilgili… İnsanlar yurt dışında neler yapıyor, nasıl hayat kurtarıyor, bunları okuyorum. Halen kendimi geliştirmeye çalışıyorum. 

* Devletin bir yaptırımı var mı peki? Sizin hayatınız garantide mi? Allah korusun; başınıza bir iş geldiğinde herhangi bir tazminatınız var mı? Çünkü en nihayetinde sizler de tıpkı ‘AKUT’ gibi bir afet anında insanların yanında olan kişilersiniz. En az 3 ay boyunca sahilde tetikte duruyorsunuz ve hayatınız, kurtardığınız insanlardan bile daha çok tehlikede sonuçta.

Yok… Benin düşüncem şu: Devletin bizim yaptığımız işten haberi bile yok. Türkiye’deki bütün cankurtaranlar adına konuşmak gerekirse; herkes çalıştığı beach’ten, otelden, plajdan maaş alarak geçiniyor. Bu insanlar düzenli olarak sadece üç ay boyunca kazanabiliyor. Yaz sezonu, yani o üç ay bittikten sonra bu insanlar (cankurtaranlar) ne yapıyor; kimsenin umurunda değil. Devletin kadrolu elemanı değiliz. Aslında olması gereken bu… Yurt dışında cankurtaranların büyük çoğunluğu Devlet’e bağlı çalışıyorlar aslında. Türkiye’de birkaç tane dernek var, federasyon var ama bana göre o kadar zayıflar ki… Ben kendi çabamla bir şirket kurdum, kendim çocuklarımı yetiştiriyorum. Onların önünü de açmak istiyorum. Bir şekilde bireysel olarak mücadelemi sürdürüyorum. Bu konuda 3-5 tane işadamıyla da konuştum, bana destek olmalarını istedim. Fakat deniz olayına karamsar bakıyorlar, “Ya nasıl olacak?’ diyorlar.

Ciddi bir boğulma anı gerçekten çok tehlikelidir. Yardıma giden insanı da dibe çeker. Boğulma anında adrenalin öyle bir patlama yapıyor ki, korkuyla beraber karşıdan gelen insan mı, taş mı, odun mu, tekne mi; onu fark edemez

BOĞULMUŞ, HAYATINI KAYBETMİŞ BİR İNSANI DENİZDEN ÇIKARMAK… BÖYLE GÖREV OLUR MU!

* Ben de bu yüzden soruyorum. Mesela denizde bir gemi batıyor yurtdışında, oraya bile Devlet’e bağlı çalışan, Devlet görevlisi olan cankurtaranlar gidiyor. 

Devletin hiçbir desteği yok bizlere. Oysaki Türkiye’deki bütün cankurtaranları Devlet’in desteklemesi lazım. Çünkü insan hayatlarını cankurtaranlar kurtarıyor. Deniz Polisi, ölüm anında olay yerine gidiyor. Ölen vatandaşımızı sudan alıyor. Jandarma da aynı şekilde. Sahil Güvenlik aynı, Kıyı Emniyet aynı. Olaydan sonra gidip ölen vatandaşımızı sudan çıkartmak bir şey değil ki! Zaten deniz de kendi başına bunu yapar! 

Sen boğulan, ölen kişiyi denizden çıkarsan ne olur, çıkarmasan ne olur? Önemli olan o insanların hayatını kurtarmak değil mi? Cankurtaranlar olayın tam içinde. Çünkü cankurtaranların görev yaptığı yere hiç kimse inemiyor, dalgalı bölge olduğu için. Ama bana göre bütün cankurtaranlar da kötü durumda… Çünkü 1 ay çalışan da var, 2 ay çalışan da, 3 ay çalışan da. Oysaki hayat devam ediyor. Sezon bittikten sonra “Sen ne yapıyorsun? Ne yiyiyor ne içiyorsun? Nasıl yaşıyorsun? Nasıl geçiniyorsun? Çoluk çocuğun ne yapıyor? Nasıl doyuyorlar, nasıl okuyorlar?” kimse sormuyor. 

Ben belki de çalıştığım yerlerden dolayı biraz şanslıyım bu konuda… Güzel kurumlarda çalışıyorum, daha profesyonel düşünüyorum ve ona göre şartlarımı koyuyorum. Biraz önce de bahsettiğim gibi bir şirket kurdum ve onu da geliştirmeye çalışıyorum. Bireysel olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum ama yeterli oluyor mu derseniz, olmuyor elbette…

Devletin hiçbir desteği yok bizlere. Oysaki desteklememiz lazım. Çünkü insan hayatlarını kurtarıyoruz sonuçta. Deniz Polisi geliyor, ölen vatandaşımızı sudan alıyor. Önemli olan o insanların hayatını kurtarmak değil mi?

BELEDİYE ‘AL SANA 50 CANKURTARAN’ DESE ALMAM. ÇÜNKÜ ONLARIN İÇİNDEN SADECE 2’Sİ YETERLİDİR

* Şirketiniz ne üzerine? Cankurtaranlık mı, sörf mü?

Cankurtaranlık… Şirketin adı Karadeniz Cankurtaran, Black Sea Resque Walk Extreme… Yıllardır orada genç arkadaşları yetiştiriyorum, bröve’lerini aldırtıyorum. Ancak her isteyeni de kabul etmiyorum. İyi cankurtaran olacak isimleri alıyoruz buraya. Yılların verdiği tecrübeyle, kimin yapacağını kimin yapamayacağını anlıyorum artık. 

Federasyon sadece havuza daldırtıyor ve bröve veriyor. Ben böyle yapmıyorum. Yetiştiriyorum, ‘tamam artık, oldu’ diyorum ve bröve’lerini almaları için Federasyon’a gönderiyorum. İmkânım olsa bröve’yi ben de veririm, ancak yasal açıdan bu hak, Federasyon’a ait. Federasyon’a gönderdiğim isimlerin hepsi de benim seçtiklerim. Şu an benim seçtiğim ve bröve alması için Federasyon’a gönderdiğim çocuklar ile okyanuslara bile giderim! Onlara bu kadar güveniyorum. O kadar iyi çocuklarım var, fakat halen Devlet’ten yeteri kadar destek göremiyoruz. 

* Peki, Devlet’ten hiç böyle bir istekte, talepte bulundunuz mu?

Vallahi ben çok uğraştım bu konularda. Araştırdım, öğrendim, çok uğraştım. 

* Peki Büyükşehir Belediyesi’ne başvurdunuz mu?

Başvurmadım. Çünkü olay tamamen maddiyata baktığı için Büyükşehir Belediyesi konuya bizden çok daha farklı yaklaşıyor. Maddiyattan bahsettiğim, bröve ile ilgili konular, yanlış anlaşılmasın lütfen. Şu an Büyükşehir Belediyesi bana “Size 50 tane cankurtaran gönderiyorum, birlikte çalışın” dese, ben kesinlikle çalışmam. Çünkü şundan eminim ki, ben o 50 adamdan 2 tanesini yeterli bulurum kendim için. Çünkü onların birçoğu para ile bröve almış, buraları bilmeyen, buranın denizini tanımayan çocuklar. 

Adam diyor ki, Ben de şoförüm!” Hayır, değilsin. Sen sadece  sürücüsün! Ben de bilgisayar kullanıyorum diyor bir başkası. Tamam ama sen yazılımcı değilsin! Ben de biliyorum bakış açısına çok kızıyorum.  

MESLEĞİN HER NE İSE ONU YAPACAKSIN… MESLEĞİNİ YAPANA DA SAYGI DUYACAKSIN

* Söylemek istediğim şuydu; Belediye’ye kayıt yaptırıp birlikte çalışmanız, az da olsa Belediye’den bir bütçe alarak küçük bir garantiniz olması mümkün değil mi? Bunu neden söylüyorum; Çünkü Amerika’da bu işi vilayetler yapıyor. Burada da İstanbul bir vilayet değil mi? 

Fikir güzel elbette… Amerika’da da işleyişin böyle olduğunu biliyorum. Ancak bakın, ben profesyonel olarak 30 senedir bu işi yapıyorum. Şimdi Belediye’ye gidip böyle bir teklif sunduğumda, bana masabaşında oturan bir yetkili denizi anlatmaya başlayacak! İşi kendi verdiği için, onunla beraber çalışacağım için kendisinde bu hakkı görecek. Ben buna karşıyım! 

Yanlış anlaşılmasın. Bu durum Belediye ile sınırlı değil. Halkımızın, kurumlarımızın büyük kesiminde bu bakış açısı var. Mesela adam diyor ki, “Ben de şoförüm!” Hayır, değilsin. Sen sadece kendi aracının sürücüsüsün! Şoför olabilmen için otobüs, kamyon, minibüs kullanıp o işten para kazanman lazım! “Ben de bilgisayar kullanıyorum” diyor bir başkası. Tamam ama sen kendi bilgisayarını kullanıyorsun. Sen Bilgisayar Mühendisi ya da yazılımcı değilsin sonuçta! Halkımızda işte bu var; “Ben de biliyorum”, “Ben de anlıyorum”, “Ben de yaparım…” Bu bakış açısı doğru değil. Çok kızıyorum ve kabullenmediğim, kabullenmeyeceğim tek şey bu bakış açısı… 

Mesleğin ne ise onu yapacaksın ve mesleğini yapana da saygı duyacaksın. 

Amerika’da çalışan arkadaşlarım var, orada birpolis değerindeler. Denizi yasakladıkları an, kimse giremiyor. Bizim burada ise, geçtiğimiz sene Şile’de cankurtaranları bıçakladılar, denize girilmesini yasakladıkları için! 

30 YILDA 10 BİN CAN KURTARMIŞIMDIR… AMA 10 TANE BİLE TEŞEKKÜR ALMAMIŞIMDIR

* En baştan anlatayım… Bu dergi enteresan bir şekilde çıktı. Ben dergici değilim, ama birileri bana “Dergi çıkar” dedi. İnanın bana o kadar kazık yedim ki! Bununla da kalmadı, herkes bana “Ya bak kimse okumuyor, kimse ilgilenmiyor, at çöpe bunu” dediler. “Kimse yazılı basın okumuyor”, “Türk insanı okumayı sevmez” dediler. Ancak ısrar ettim ve 5 yılda Dünya’daki bütün fuarlara soktum bu dergiyi… Amerika bizi almıyordu, ben de “Irkçısınız” diye yazdım. “O fuarda 150-200 tane seni zengin eden Türk firması var ve sen Türk basınını almıyorsun” diye yazdım. Vegas’ta Shot Show’da “Çılgın Türk Medyası” diye gazetede haberim çıktı. Ve o fuara girdi benim dergim. Ben param olduğu için dergi çıkarmıyorum, bileğimin gücüyle yapıyorum bu işi. Gördüm ki dergicilik, Dünya’nın en zor mesleklerinden biri. Tıpkı sizin işiniz gibi. Demek istediğim özetle şu: Siz bir şeyi istiyorsanız, bastırmanız gerek.  

Öncelikle tebrikler… Sonrasında da fikirlerinize katılıyorum. Ancak benim en çok gücüme giden, boğulan insanı kurtardıktan sonrası… Biliyor musunuz; 30 senede 10 tane teşekkür almamışımdır! Belki de 10 bine yakın insan kurtarmışımdır, abartmadan söylüyorum bunu. Belki de az söylüyorum. Çünkü insanlara şaka gibi geliyor! 10 bin dediğinizde ‘şaka’ gibi geliyor. Ama değil… Bir tebessüm, bir teşekkür istediğimiz… O insan senin hayatını kurtarmış. Belki “Boğulan insan seni mi düşünecek” diye sorabilirsiniz. Ancak düşünmesi gerekmez mi? Bir tebessüm, bir teşekkür etmesi gerekmez mi?

6 yaşımda futbola başladım, askerlik dönemime kadar çok iyi bir kulüpte oynadım. Türkiye’nin en iyi kulübünde atletizm yaptım. Tekvando yaptım, kickboks yaptım, boks yaptım. Fakat Türkiye’de spor dediğinizde sadece futbol var! Geri kalanların hiçbir önemi yok. 

BEN KENDİ HAYATIMLA HAYAT KURTARAN BİR İNSANIM. BU İŞİN REKLAMI OLMAZ

* Yurt dışında nasıl peki?

Yurt dışı farklı… Bizimle çalışan, bu işi yapan, yanımızda yetişen ve şu an Amerika’da çalışan arkadaşlarım, kardeşlerim var. Orada bir ‘polis’ değerindesin. Sen denizi yasakladığın zaman, hiç kimse denize giremez. Bizim burada ise ne oluyor? Geçtiğimiz sene Şile’de cankurtaranları bıçakladılar, denize girilmesini yasakladıkları için! Düşünmüyor ki, o cankurtaranlar senin için orada ve senin, annenin, eşinin, çocuğunun sağlığı için, tehlike varolduğu için denize girmeyi yasaklıyor. Sen bu insanı nasıl bıçaklayabilirsin ya! 

10 kişi boğuluyor, 9’unu kurtarıyor cankurtaran ama maalesef birini kurtaramıyor. Süperman değil ki cankurtaranlar da, suda yürüyen insanlar da değiliz. Biz denizi tanıdığımız, cesaretimiz olduğu için bu işi yapıyoruz. Üstelik severek yapıyoruz. 

* Suç cankurtaranda değil ki? Sende… Kurallara uymuyorsun, üzücü bir olay yaşıyorsun ve cankurtaranı suçluyorsun. Olmaz, olmamalı…

Elbette… Ama hep aynı konuya dönüyoruz; Bizim Devlet’ten de desteğimiz yok. Belediye ile olacak bir iş değil bu… Bakanlıklar ile çözülebilir bu sorun.

* O halde güzel bir proje hazırlamalı ve ilgili bakanlığa bu projeyi sunmalısınız.

Bakanlık ile olur ama Belediyeler ile olmaz. Çünkü orada bir rant var. Biz hayat kurtarıyoruz, işimiz bu ve bizim siyasetle falan da işimiz yok. Birçok ünlü ismin yakın korumalığını da yaptım dönem dönem. O camiada da çevrem çok ama hiç siyasetle ilgim olmadı. Bu iş Belediyeler ile olmaz diyorum, çünkü Belediyeler her zaman kendi reklamını düşünür. Bu durum da bana biraz ters geliyor. Çünkü ben, kendi hayatımla hayat kurtaran bir insanım. Bu işin reklamı olmaz.

3 AY BOYUNCA HAYAT KURTARAN ADAM, SEZON BİTİNCE MECBUREN MOTORLU KURYE OLUYOR…

* Belediyeler de ‘Belediyecilik’ yapmayıp hizmet odaklı düşünseler, destek verseler… Bir eser bıraksalar keşke…

Evet, destek verseler. Mesela kendi cebimdeki para ile telsiz alıyorum. En azından bunu Devlet versin. Ben yurtdışından cankurtaran simidi siparişi veriyorum oralarda yaşayan arkadaşlarım aracılığıyla. Çünkü Türkiye’de yok. Neden yok? Bir tane şirket parayı vermiş, cankurtaran sertifikasını almış. Şu an feribotlarda, kıyı emniyette, gemilerde, özel teknelerde, cankurtaranlarda sadece o simit satılıyor. O simit olmazsa cankurtaran plajı açılmıyor. 

Ancak o simit de benim işime yaramıyor. 10 tane aldım ve sadece görüntü olarak mecburen tutuyorum ben. Çünkü simit ağır. Simidi adama atamıyorsun, diyelim ki simidi adama atabildin, bu durumda da denk gelirse adamın kafasını kopartabilir. Kurtarayım derken öldürürsün adamı… O simit ile koşamıyorsun. Oysaki bir boğulma anında benim müdahale etmem için sadece 1 dakikam var. Ben kıyıdan simidi aldım, 10 metre koştum, 10 metre sonra suya girdim, suda o simit ile yüzmem lazım, ama simidi taşıyamıyorsun. O kadar ağır… 

Türkiye’de yaşıyoruz. O şirket sertifikasını almış, o simit olmadan olmuyor! Plaja jandarma geliyor, o simit yoksa, bilgisi de olmadığı için sana ceza yazıyor. Mecbursun yani o kullanamadığın simidi almaya.

* Siz bu konuda herhangi bir müracaatta bulundunuz mu, şikâyet ettiniz mi? “Bu simitler, standartların dışında. Hiçbir cankurtaran bu simit ile iş yapamaz” diye… Mesela CİMER’e bu konuda şikâyet oluşturabilirsiniz.

Nereye gideceksin? CİMER’i şu ana kadar hiç düşünmedik. Bakın, Amerikan simitler var; Türkiye’de çok sayılı adette bulunur. Bende var bu simitlerden, Amerika’dan iki tane getirttim. Avustralyalı dostlarım da iki adet hediye etmişti. Türkiye’de maalesef bu simitlerin standardına bakılmıyor, kontrol çok zayıf. Bana göre Türkiye’de şart koşulan simitler, hayat kurtarma konusunda standartların dışında. Fakat ben bir cankurtaranım ve beni kim dinler, bilemiyorum.   

* Bireysel değil, Türkiye’deki bütün cankurtaranlar toplanıp bu konuda bir şikâyet oluşturmalısınız. Gerekirse protesto bile etmelisiniz. 

Doğru söylüyorsunuz ama bütün cankurtaranları biraraya nasıl getireceksiniz? Camia içinde de kopukluk var. Yapamıyorsun! Çünkü adam 2-3 ay çalışıyor ve bu sürenin sonunda adam boşta. 9-10 ay bomboş geziyor. 3 ay cankurtaranlık yapmış adam, 3 ay bitiminde bir bakıyorsun motorlu kurye… Buna da karşıyım elbette. Yazık! Fakat geçimini sağlamak için bir şeyler yapmak zorunda çocuklar. Başka bir mesleği yok, adam cankurtaran… 

KIYI EMNİYET, JANDARMA GİREMİYOR DENİZE, BEN ‘THUNDER BOT’UMLA DİREKT İNİYORUM

* Devlet’e bağlı, Devlet’ten bir garantileri olmadığı için böyle. En azından çalışmadıkları dönemlerde ‘işsizlik sigortası’ gibi bir destek alabilseler… 

‘İşsizlik sigortası’ olabilir. Devlet’in güzel bir kurumuna bağlı da çalışabilir. Mesela Kıyı Emniyeti botlarını yeniledi, ben rica ettim eskilerden birini alabilmek için… Bana, “Volkan Bey; dernek, üniversite ya da herhangi bir resmi kuruluş olmadan veremiyoruz” dediler. Yazık, günah! Yenileri aldıktan sonra eskiler çürümeye terk ediliyor. Ya da ihaleye çıkılıyor, birisi parayı veriyor ve alıyor botları, oradan para kazanıyor. 

Benim kullandığım ‘thunder cut’ bot var. Türkiye’de yok… Dalga botu, okyanusa bile çıkar. Ben bu botla en kötü havalarda bile denize çıkabiliyorum. Kıyı Emniyet gelemiyor, Jandarma gelemiyor, Sahil Güvenlik inemiyor, Deniz Polisi inemiyor. O kıyıda, dalganın olduğu yerde ben bu botla oynayabiliyorum, denize çıkabiliyorum. Çünkü Güney Afrika’dan gelen bir bot, ‘thunder cut’ katamaran bir bot ve her türlü dalgada denize çıkabiliyorum. 

Bana soruyorlar, “Sen nasıl çıkabildin” diye… Cevabı basit; Profesyonel bot bu… Sen bana oraya 7 metre bot getir, o bot kıyı şeridinde oynamaz. Çünkü bazı yerler derin, bazı yerler alçak, rip akıntıları var. Motorun pervanesi çarpabilir, yürümez, dalgalar da seni devirir. Bu anlattıklarımın hepsini yaşadık geçmişte… Seyrede seyrede, araştıra araştıra öğrendik ve kendi imkânlarımızla en uygun teçhizatı edindik. Hatta eski patronlarıma söyledim, “Bana bu botu alır mısınız” diye… Onlar da sağ olsunlar, “Tabii Volkan” dediler. Güney Afrika’da bir arkadaşım vardı, bu botu getirdi. Halen onu kullanıyorum ben 17 senedir. İyi bakıyorum, o botu kullanıyorum ve her türlü havada da çıkıyorum denize… 

BEN JOHNSON’IN DÜNYA REKORU KIRDIĞI SENE, BENİM DERECEM SADECE 1 SANİYE FAZLASIYDI

* Devlet’in bir açığı bu… Ama Türkiye’de genelde sporculara değer verilmiyor.

Kesinlikle… Büyük bir açığı hem de… Çünkü Türkiye genelinde düşünürseniz, yüzbinlerce cankurtaran var. 

Spor konusuna gelince… Türkiye’de spor denince akla futbol geliyor. Geri kalan sporların hiçbir önemi yok maalesef. Ben de futbol oynadım. 6 yaşımda futbola başladım, askerlik dönemime kadar çok iyi bir kulüpte (isim vermeyeceğim) futbol oynadım. Türkiye’nin en iyi kulübünde atletizm yaptım. 100 metre koşuyordum, 100 metre engelli koşuyordum, 800 bayrak koşuyordum. Tekvando yaptım, kickboks yaptım, boks yaptım. Fakat dediğim gibi Türkiye’de spor dediğinizde sadece futbol var! Geri kalan sporların hiçbir önemi yok. 

Ben halen TRT1’de Olimpiyatlar’ı izliyorum. Fakat bütün kanalları aç, futbol futbol futbol… Evet, futbol da bir spor; ancak tenis de bir spor, sutopu da bir spor. Anlaşılmaz olan bu; spor denince neden sadece futbol konuşuluyor? Dünya’da böyle değil…

* Ben büyük paralar ile yapılan hiçbir sporu, spordan saymıyorum. Çünkü içerisinde büyük paralar ve dolayısıyla bahis var. Mesela atletizm, dağcılık, Dünya’nın en iyi sporları ama maalesef seyircileri yok.   

Muhtemelen aynı dönemde benzer sporları yapmışızdır. Ben Johnson’ın 1987 senesinde Dünya Rekoru kırıp dopingli çıktığı o yarışı hatırlar mısın? Ben o yıl, sadece 1 saniye farkla koşuyordum! Dünya Rekoru kırıldığında, ben o mesafeyi sadece 1 saniye farkla koşuyordum. Bu ne demek? Benim gibi bir atleti, Türkiye’nin kaybetmesi demek. Neden? Destek yok, değer verilmiyor, yatırım yapılmıyor. Bunlar olsa, belki de o yıllarda Dünya’daki yarışlarda Türkiye’yi temsil eden bir atlet olabilirdim 100 metrede. Hep Türkiye böyle diyoruz ama elbette bırakmayacağız peşini… 

EVİNİZDEN DENİZE EĞLENEREK GİDİYORSUNUZ. DENİZDEN EVİNİZE DE MUTLU DÖNÜN LÜTFEN

* Bize cankurtaranlık ile ilgili ve bu mesleğin geleceğiyle ilgili neler söylersiniz?

İlk önce halkımızın, kendini bilen insanların bu mesleğe, denize, orada görev yapan bütün arkadaşlara saygı duymasını istiyorum. Cankurtaranların değerini bilmelerini rica ediyorum ve onlara destek, yardımcı olmalarını istiyorum. Cankurtaranları hor görmemelerini istiyorum.  

* ‘Hor görmek’ kısmını biraz açabilir misiniz? 

Güzel okullarda okumuş, yüzme dersleri almış, maddi durumu yüksek olan bazı insanlar; orada insanların hayatını kurtarmak için görev yapan cankurtaranlara karşı ukâlaca tavırlar sergileyebiliyorlar. Maalesef böyle insanlar var. Fakat en temelinde konuya bakarsak; herkesin yaptığı iş ve uzmanlık alanı farklı. Dolayısıyla herkes, diğer işlere de, o işin uzmanlarına, emekçilerine de saygı duymalı. Siz bu dergide bir görev yapıyorsunuz ve ben size karşı bu konuda gerekli saygıyı gösteriyorum. Denize geldiğinizde de sizin bana saygı duymanızı beklerim, isterim. Benim hayat prensibimdir bu… Taksiye bindiğimde taksiciye saygı duyarım, muhasebeciye de, bilgisayar mühendisine de. Çünkü o iş, onun profesyonellik alanı… Bana gelip, “Ben bilmem ne komutanıyım, açılırım” diyenleri gördüm. Evet, sen bilmem ne komutanı olabilirsin ama denizde açıldığında bilmem ne komutanı olduğun için boğulmuyor musun?! Boğuluyorsun… Kötü cesaretten uzak durmak lazım.

Halkımız lütfen kontrollü bölgelerde denize girsinler… Bizler, cankurtaranlar olarak her zaman görevimizin başındayız. 2 ay da olsa, 3 ay da olsa, yıllar da geçse görevdeyiz. Biz bu işi gönülden yapıyoruz, severek yapıyoruz, hayatımızı ortaya koyarak yapıyoruz. Herkese kazasız belasız yaz ayları diliyorum. Kimse ağlayarak evine dönmesin. Evimizden denize nasıl eğlenerek gidiyorsak, denizden evimize de aynı mutlulukla dönelim. 

30 YILDIR AYNI BÖLGEDE ÇALIŞIYORUM VE ŞÜKÜRLER OLSUN Kİ HİÇ HAYAT KAYBETMEDİK

Şükürler olsun ki, çalıştığım bölgede 30 senede hiç ölümle biten bir boğulma olayı yaşamadık. Çok insan kurtardık. Kilyos kontrollü bölge ve birçok iyi cankurtaranımız var. Yıllardır tanıştığımız ve birbirimize destek olduğumuz arkadaşlarımız var. Telsizle haberleşiyoruz, birbirimize yardıma koşuyoruz. Ancak kontrolsüz bölgelerde çok boğulma olaylarına gittim ve maalesef çok fazla hayatını kaybetmiş vatandaşımızı denizden çıkarttım.   

En başta söylediğimi en sonda da söyleyeyim. Deniz aslında tehlikeli değildir, denizi tehlikeli hale getirenler maalesef bizler, insanlarımız. Kurallara uyulsa, cankurtaranlar dinlense; Karadeniz en iyi deniz aslında… En temiz, en hafif deniz Karadeniz… Kirli olmayan bir denizdir. Çünkü dalgalı olduğu için hiç kir barındırmaz. Kirlense bile 1 saat içinde pırıl pırıl görürsünüz Karadeniz’i… 

* Su, hiçbir pisliği barındırmaz. Önünde sonunda o pisliği atar içinden, temizler kendini. Son sözlerinizi alalım…

Haklısınız… Çok güzel bir meslek cankurtaranlık… Aşk ile yapıyorum. İnşallah yaşlanana kadar bu mesleği yapabilirim. 

SADECE DESTEKLENMEK İSTİYORUZ… BEN 30 YILLIK BİRİKİMİMİ VERMEYE HAZIRIM

* Kazasız belasız bir yılınız olsun. Başta olduğu gibi sonda da size teşekkür ederim röportaj için. Başarılarınızın devamını dilerim. Ama bence artık yumruğunuzu masaya vurma zamanınızın geldiğini de söylemeden geçemiyorum.

İyi dilekleriniz için teşekkürler… Masaya yumruk konusunda da şunu söyleyebilirim: Ufak ufak vuruyoruz! Desteklenmemiz şart… Bu konuda her türlü birikimimi de aktarmaya hazırım. Zaten gönülden yapıyorum, 30 yıldır hayatımı vermişim bu işe. Bu mesleğin gelişmesi için elimden geleni ardıma koymam. Ama bir kez daha bilinsin isterim ki; Bu iş belgeyle değil bilgiyle yapılabilir bir iş… 

* Volkan Şenol bey, umarım gelecek yıllarda yeniden röportajlar yaparız. Cankurtaranların feryadı diyebileceğim bu röportaj da umarım insanların eline geçer, sesinizi duyurmuş oluruz. Bizim hedefimiz bu camianın sesini duyurmak ve destek olmaktı. Ne zaman bir sıkıntı yaşanırsa da dergimiz sesinizi duyurmak için burada…

Ben teşekkür ediyorum. The Great WildLife ailesine de selamlar gönderiyorum. Yoğun, zor bir iş yaptığınız için hepinize büyük saygı duyuyorum. Allah hepimizin yolunu açık etsin.

Huzurlarınızda gerçek bir karakter oyuncusu: 1024 466 admin

Huzurlarınızda gerçek bir karakter oyuncusu:

Kurtlar Vadisi’nde KAMBUR TERÖRİST, Kertenkele’de MAFYA BABASI SOKRAT, Kırmızı Oda’da DOKTORLARIN HOCASI

LEVENT İNAL

Sorunlu bir okul hayatım oldu! Çünkü 80’lerden, hatta biraz daha öncesinden bahsediyorum. Anarşinin kol gezdiği, okumanın zor olduğu günlerdi. Bu ağır şartlar altında liseye kadar okuyabildim. Üniversite sınavına mecburen ileri yaşlarda girebildim...

Aybeniz Orhan Röportajı


Aybeniz Orhan: Bugün The Great WildLife dergisi için Levent İnal ile beraberiz. Tiyatro oyuncusu, sinema oyuncusu… Kendisine çok özel sorular yönelteceğiz ve aldığımız cevaplar ile çok tecrübeli bu usta oyuncuyu daha yakından tanıma şansı bulacağız.  Bakalım kendisini ne kadar sıkıştırabileceğiz! Levent Bey, öncelikle hoş geldiniz. Röportajımızın başında sizi biraz tanımak isteriz.

Levent İnal: Ben 1965 yılının 15 Temmuz günü Ankara’da dünyaya gelmişim. Yengeç burcuyum. Fazlasıyla da yengeç burcunun özelliklerini taşıyorum zaten. 

Gençlik dönemimde okul hayatımız devam ediyordu, ama sorunlu bir devamdı bu! Çünkü o dönemleri sizler de bilirsiniz. 80’li dönemlerden hatta biraz daha öncesinden bahsediyorum. Anarşinin kol gezdiği, okumanın zor olduğu günlerdi. Ben de bu ağır şartlar altında okumaya çalıştım bir yere kadar aslında! Liseye kadar okuyabildim. Üniversite sınavına ise ileri yaşlarda girebildim. İktisat Bölümü’nü kazandım, okudum ama yarıda bıraktım. Sonrasında Halkla İlişkiler’i kazandım, onu da yarıda bıraktım. 

Küçüklüğümden beri tiyatroya bir ilgim, meyilim vardı. O yıllarda konservatuvara girecektim, ama okulumdan dolayı oraya da gidemedim. Dolayısıyla konservatuvar okuyamadım, olmadı. Yani alaylı bir tiyatrocuyum ben.  Rahmetli Levent Kırca ile tanıştım ve tiyatro hayatım başladı böylece. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, çok severdim kendisini. Levent Kırca ile tanışıp tiyatroya ilk adımımı attığımda, takvim yaprakları 1990, 1991’li yılları gösteriyordu. Bir süre tiyatroda birlikte olduk. Ancak şartlar gereği tiyatroya bir süre ara vermek ve Ankara’da ticari işlerle uğraşmak zorunda kaldım. İki kez evlendim. İki ayrı eşimden iki tane çocuğum var; biri 24, diğeri 16 yaşında… 

“Filmlerde ve dizilerde genelde kötü adamları oynuyorum! Mafya babası oluyorum, sürekli kötülük peşinde koşan karakterleri canlandırıyorum. Oysaki değişik karakterleri oynamayı çok isterdim. Mesela akıl hastanesinde yatmakta olan bir deliyi canlandırmayı çok isterdim.”

Biraz önce de bahsettiğim gibi yıllarca ticaretle uğraştım. Ancak bu süreçte yine dizi, sinema işlerinde de yer aldım. Ticaret hayatımda çok büyük iflaslar yaşadım. Ülkenin ekonomik koşullarından dolayı yaşandı bu iflaslar. Büyük mal varlıklarımız elimizden gitti. Yaklaşık 10 sene önce her şeyi bıraktım ve Ankara’ya veda ederek İstanbul’a yerleştim. Çünkü dizi, sinema ya da tiyatro için Ankara’dan gidip gelmek çok zor oluyordu. 10 senedir İstanbul’dayım.

Doğa ve deniz… Beykoz’da ikisi bir arada! İstanbul’un her köşesi bir başka cennet…

İstanbul’da nerede oturuyorsunuz?

Şu an bana göre İstanbul’un en güzel yerinde, Beykoz’da oturuyorum. 

Tabii doğaya hakimsiniz. Gerçi İstanbul başlı başına bir cennet ama değerini ne kadar biliyoruz, o da ayrı elbette… Dünya’nın her yerini geziyoruz, gidiyoruz geliyoruz, ama görüyoruz ki İstanbul başka bir güzel…

Doğa ve deniz… Beykoz’da ikisi bir arada… Bu arada İstanbul için olan fikirlerinize de tamamen katılıyorum. Bu şehrin her köşesi bir başka güzel kesinlikle… 

İktisat’ı kazandım, yarıda bıraktım. Halkla İlişkiler’i kazandım, yarıda bıraktım. Küçüklüğümden beri tiyatroya ilgim vardı. O yıllarda konservatuvara da gidemedim. Levent Kırca ile tanıştım, mesleki yolculuğum başladı. Alaylı bir tiyatrocuyum ben.

Şu ana kadar kaç tane dizi, sinema filmi ve tiyatro oyununda görev aldınız? Hangi diziler, hangi sinema filmlerinde izledik sizi?

İnanın şu ana kadar o kadar çok işte görev aldım ki… Dizi olarak Kurtlar Vadisi var, Muhteşem Yüzyıl, Abdülhamit var. Arka Sokaklar’da zaman zaman görev aldım konuk oyuncu olarak. Kertenkele dizisinde rol almıştım. Orada iyi bir karakteri canlandırmıştım. ‘Sokrat’ diye bir mafya babasını oynamıştım. 55-60 bölüme yakın bir işti Kertenkele… Kırmızı Oda’da rol aldım. Çok güzel bir diziydi gerçekten. Oradaki rolüm kısa sürdü, çünkü senaryoyu değiştirmeleri gerekti. Ben orada Binnur Kaya’nın hocasını oynuyordum. Aynı zamanda kocasını tedavi edecektim. Ancak o dönem bir şeyler oldu ve senaryo değişti. Kırmızı Oda belki de hepimizin hayatlarından birer alıntıydı senaryo olarak. Gerçek bir hayat öyküsüydü.

Beyaz Karanfil diye bir dizim vardı. Şu an bir çırpıda aklıma gelenleri söylüyorum, umarım arada unuttuklarım olmaz! Türkler Geliyor diye bir sinema filmi çekilmişti. Orada görev aldım. İki Gözüm Ahmet filmi var. 

Gerçekten kaliteli işlerin ömrü, maalesef 5 haftayı geçmiyor. Çünkü reyting almıyor

Farklı bir konuya giriş yapalım. Sizce bugün Türkiye’de gerçek tiyatrocular ve gerçek dizi, sinema oyuncuları hak ettikleri gerçek değerlerini bulabiliyorlar mı?

Asla… Asla… Hepsi bir kenarlarda oturuyorlar. Çünkü Türkiye’de birtakım şeyler çok yer değiştirdi. Değerler, değer yargıları yer değiştirdi. Şu an insanlar, çok farklı değerlere meyil ediyorlar. Maalesef günümüz Türkiye’sinde gerçek tiyatrocular, gerçek dizi ve sinema oyuncuları, hak ettikleri gerçek değeri bulamıyorlar. Ne yazık ki Türkiye’de değerler çok değişti. 

Gerçekten kaliteli işlerin birçoğu, bir bakıyorsunuz beş bölüm devam ediyor ve beş bölüm sonra final yapmak zorunda kalıyor. Güzel işler maalesef izleyicisine ulaşamıyor. Neden, nasıl bilmiyorum ama gerçek bu… 

Türkler Geliyor diye bir sinema filmi çekilmişti. Orada görev aldım. İki Gözüm Ahmet filmi var. TRT’de çok güzel  drama-belgeseller yaptık. Birinde Gazi Osman Paşa’yı oynadım. Şu anda da TRT’ye‘Mükemmel Eşleşme’ adında bir dizi çekiyoruz…

İnsanlarımızın karakteri mi değişti? Entrikalar, mafyöz karakterler daha çok prim yapmaya mı başladı?

Değil, öyle değil… Aslında onlar da gerekli, olmalı… Çünkü o diziler de günümüzde yaşanan olaylardan kesitler sunuyor hepimize. 

Kurtlar Vadisi çok doğru bir diziydi. Ancak doğru mesajları almayı bilene…

Gerekli ama çok özür dileyerek söylüyorum. Şimdi Türkiye’de silah konusunda bu kadar çok konuşma yapılırken, bu kadar çok silahlı filmin, dizinin çekilmesi sizce doğru mudur? Ben de silah kullanan bir kadın olarak soruyorum bu soruyu size… Silah eğitimini aldığınızda elinizdeki bir aksesuardır, ama eğitimini almamış iseniz, bir cahilin eline geçtiğinde öldürücü bir unsur haline gelir. Bu tür dizileri, filmleri insanlar kendilerine model olarak, örnek olarak alıyorlar.

Bu açıdan baktığınızda elbette doğru değil tabii. Çekilmeli böyle diziler, ama bu kadar abartmanın bir anlamı yok birtakım şeyleri. Böyle dizileri, filmleri ve oradaki karakterleri insanların rol model olarak almaları elbette doğru değil. Bu biraz da cehaletten kaynaklanan bir durum belki de. 

Eğitimi yeterli olmayan kimi insanlar, işte bu tip karakterleri bir değer olarak kabul ediyorlar ve sonucunda hiç de istemediğimiz bir noktaya geliyoruz. Kabadayılık, silahla güç gösterisi gibi durumlardan etkilenen kesim de belli aslında. Bakıyorsunuz; iyi eğitim almış, belirli seviyelere gelmiş insanların elinde silah yok. Çünkü silah ile işi yok. Bu kesimin silahı, elindeki kalemi… Ama bakın, ne kadar çok cahil olan, cehaletin içinde hapsolmuş bir bölge varsa, orada böyle karakterler örnek alınıyor. 

İyi eğitim almış, belirli seviyelere gelmiş insanların elinde silah yok. Çünkü silah ile işi yok. Bu kesimin silahı, elindeki kalem… Ama bakın, ne kadar çok cahil olan, cehaletin içinde hapsolmuş bir bölge varsa, orada bütün kötü karakterler örnek alınır. 

Hatırlarsanız, geçmişte bazı diziler vardı. Hatta benim de içinde olduğum ve çok severek oynadığım Kurtlar Vadisi dizisini hatırlayın. O dizinin yayınlandığı saatlerde sokaklarda trafik biter, herkes evinde olurdu. O dönem için öyle bir iş gerekliydi bana göre… Çok doğru bir diziydi öncelikle. Ama belki de bu topluma biraz fazla geldi o dizi ve konusu. Çünkü cahil insanlar o diziyi, o konuyu, o karakterleri örnek aldılar ve sonuçları iç açıcı olmadı. Mesela o dönem okullara bakıyordun, liseli gençler siyah takım elbise giyiyor, çeteleşmeye başlıyorlardı. Lisedeki çocuklar sadece bu işin başlangıcıydı. O dizide yer alan bazı oyuncuların, Etiler’de silahla dolaştıkları bile söyleniyordu! Oynadığı karaktere kendini çok kaptırmışlardı. Bunun nedeni nedir, bilemiyorum. 

Bazı meslektaşlarım var, oynadıkları karakterin kişiliğine bürünüyorlar, rolden çıkamıyorlar!

Ben oynadığım bir karakterin içine girerim, oynarım ve orada kalır o karakter, sonra çıkarım. O roldür ve orada kalmalıdır. Fakat bazı insanlar var, bunu bünyesine sığdırıyor ve o kişiliğe bürünüyor, normal hayatında da aynı şekilde devam etmeye çalışıyor. Ben böyle insanları çok gördüm. Oynadığı karakterle özdeşleşen ve set dışında da aynı hayatı sürdürmeye çalışan insanları çok gördüm. Bana çok tuhaf geliyor bu durum.

Levent bey, gelecek ile ilgili planlarınızdan, hedeflerinizden bahsedebilir misiniz? İçinizde kalan bir şey var mı? “Ya bak! Keşke şunu da yapsaydım. Şu oyunda ben oynamalıydım, çok daha iyi oynardım” dediğiniz bir şey… İçinde olmayı çok istediğiniz ama olamadığınız bir proje?

Olmaz mı?! Var tabii… Şu an çok hatırlamıyorum ve zaten isim de veremem. Filmlerde ve dizilerde genelde kötü adamları oynuyorum! Mafya babası oluyorum, sürekli kötülük peşinde koşan karakterleri canlandırıyorum. Oysaki değişik karakterleri oynamayı çok isterdim. 

Ben, Allah’ın yüce adaletine çok güvenirim. Hep kendi doğru bildiğim yolda ilerlemek için mücadele ettim. Bu yaşıma geldim ve geriye dönüp baktığımda da doğru yolda yürümüş olduğumu görüyorum, hissediyorum.

Aslında görüntü olarak da kötü adamlara çok benzemiyorsunuz. Neden sizi sürekli bu tip karakterlerde kullandılar?

En başlarda birkaç kez oynadık böyle karakterleri. İyi oynadık ve başarılı olduk demek ki! Sonrasında da sürekli böyle adamları oynadım. İnsanlar da böyle tanıdılar beni! Fakat çok farklı karakterlerde de olmak isterdim. Mesela akıl hastanesinde yatmakta olan bir deliyi canlandırmayı çok isterdim. Çok orijinal karakterlerle de boy göstermeyi çok isterdim. 

Fakat Türkiye’de çok fazla yapılmıyor bu işler. Hep aynı diziler, hep aynı karakterler ve oyuncular da hep benzeri karakterleri oynuyorlar. Karakterlerin isimleri değişiyor ama konular hemen hemen birbirinin aynısı oluyor. Mekanlar değişiyor ama konular değişmiyor. Fakir kız, zengin oğlan gibi! Yeşilçam’ın devamı gibi aslında şu anda da sinema ve dizi dünyası… Üretemiyorlar, üretemiyoruz maalesef… Farklı senaryolar üretilmiyor.

Bütün kanallarda birbirinin kopyası konular, oyuncular ve diziler var…

Biraz da televizyon kanallarından kaynaklanıyor bu durum aslında… Çünkü klişe işler bu ülkede prim yapıyor ve bütün kanallar da bu yüzden birbirinin kopyası, alışılagelmiş klişe işlere önem veriyor. Çünkü seyirci, bu işlere takılıyor. Siz istediğiniz kadar çok farklı bir iş yapın, çok kaliteli bir yapım olsun. Ancak algısı az, izlenme oranları düşük olacağı için tutulmuyor. Çok rağbet görmüyor bu tür çalışmalar. Aslında çok farklı senaryolar yazan birçok insanımız var. Fakat dediğim gibi, izleyen kesimin istediği belli standartta diziler var ve onların haricindeki hiçbir programın yaşama şansı yok gibi… 

Mesela bizim de var kendi projelerimiz… Çok güzel projelerimiz var. Biraz önce sormuştunuz ya, ‘gelecekte yapmak istediğiniz neler var’ diye… İşte bu projeleri hayata geçirmek istiyorum. İnşallah yakın zamanda bir yapım şirketi kurarak kendi projelerimi kendim hayata geçirmek istiyorum. İnanıyorum ki, bu işlerle bu piyasada da yer edineceğiz. Vakti zamanı geldi artık… Çok mücadele de ettik bu konuda. Önümüze hep engeller çıktı, setler konuldu.       

Hayatımıza ‘digital medya’ girdi. Neftlix, Disney gibi. Bir boşluk vardı bu ülkede ve iyi yatırımcılar bu boşluğu görerek geldiler. Oradaki Türk dizilerinin izleyicisi çok fazla. Ancak bu dizileri televizyonda oynatamazsınız! Çünkü sansürlenirsiniz! 

Belki de doğru zaman değildi o dönemler… Şimdi zamanıdır ve çok başarılı olursunuz belki de… Bizler sürekli hayaller kuruyor, geleceği planlıyoruz ama Yaratan’ın bizim için kurduğu planlardır aslolan… 

İnşallah doğru zaman şimdidir! Hani bir söz vardır ya; İnsanlar plan yaparken, Allah yukarıdan gülermiş…

Çevremizde yanlış yola sapan ve hiç hak etmediği değerlere sahip çok insan var

Benim hayat felsefem bellidir. Birisi gitmek istiyorsa, bırakın gitsin. Bu işte de, arkadaşlıkta da, aşkta da, sosyal hayatımızda da böyle olmalı. Çünkü senin hayatına zarar verecekleri, çıkartıyordur Allah hayatından… Bir kişiye, bir ilişkiye körü körüne bağlanmak doğru değil diye düşünüyorum. Bizim inanmamız gereken tek şey, Allah’ın yüce adaleti...

Ben de Allah’ın yüce adaletine çok güvenirim. Ben hep kendi doğru bildiğim yolda ilerlemek için mücadele ettim. Bu yaşıma geldim ve geriye dönüp baktığımda da doğru yolda yürümüş olduğumu görüyorum, hissediyorum. Çıkarcılık yaparak yanlış yollara sapmadım. Fakat acı bir gerçek olarak şunu da söylemeliyim… Biz yanlış yollara sapmadık, ama çevremizde yanlış yollara sapanlar ve sonucunda hiç de hak etmedikleri değerlere ulaşan insanlar olduğunu da gördük. Belki de bundan sonrası bizim zamanımız olacaktır. Çünkü yapacağımız projelerle, halkımıza çok güzel mesajlar vereceğimize eminim.  Bizim sektörde hep aynı yerde dönüp duruyoruz. Aynı projelerin devamları, kopyaları ya da tıpatıp aynıları! Bakın, hayatımıza ‘digital medya’ girdi. Neftlix girdi, Disney girdi. Daha birçok firma artık hayatımızın içinde… Çünkü bir boşluk vardı bu ülkede ve iyi yatırımcılar bu boşluğu görerek direkt geldiler Türkiye’ye… 

Doğrusunu söylemek gerekirse, çok da güzel projelerle geldiler buraya hepsi de… Boş projeye de para yatırmıyorlar zaten!  

Kambur bir terörist rolündeydim. Polat Alemdar karakterine işkence yapan bir terörist… Bu diziden sonra bir başka projeye dahil olacaktım. Yönetmen, benim gerçekten engelli olduğumu zannetmiş! 

Neftlix demişken devam edelim o halde. Bakın; Türk filmleri, bu platformda inanılmaz rağbet görüyor. Oysaki o filmleri normal televizyon kanalları için çeksen izlemezler! 

Haklısınız… Fakat bu konuda bir önemli detay var: Sansür! Siz o filmleri, normal televizyon kanallarında yayınlayamazsınız. Sansürlenirsiniz! 

Sahtekârlar her yerde var. Anlamadığım, bizim insanlarımız neden inanıyorlar!

Zeytin Ağacı diye bir film izledim geçtiğimiz günlerde. Orada aile, soyağacı üzerinde fikir yürüten bir medyum mu, eğitmen mi biri var. O dizi sayesinde yoga uzmanı olduğunu söyleyen bütün sahtekârlar, astrolog olduğunu söyleyen sahtekârlar hepsi insanları dolandırmaya başladı. 

Maalesef böyle durumlar yaşanıyor bizim ülkemizde… Piyasada da bu bahsettiğiniz türden insanlardan çok var. Her şeyde olduğu gibi yine iş eğitime geliyor. Cehaletten kaynaklanıyor bu aldatmacalar da. Bunun yanı sıra denetleme de yok. Yetkili kurum ve kuruluşlar bu konularda denetlemeler yapsalar, belki de bu işin önüne geçebilirler. 

İnsanlarımız da inanmasınlar… İnanmasınlar bu sahtekârlara. Sonuçta aldatıldığını düşünen bu insanları da o sahtekârlara kimse zorla götürmüyor ki! İnsanların hayatlarında bazı boşluklar var ve bu fırsatçılar da o boşlukları dolduracak sahtekârlıkları çok iyi biliyorlar. 

İnsanlar bazı inançlarını yanlış yolla değerlendiriyorlar. İçlerindeki boşluğu yanlış şeylerle doldurmaya çalışıyorlar. Belki de tutunacak bir dal arıyorlar ama aradıkları dal bu değil elbette. Bu insanların hiçbiri, bir sahtekârın yanında olduğunun farkında bile değil belki de. Hiçbir donanımı yok, bilgisi yok ama insanların içlerindeki boşluğu dolduracak yalanlarla, yanlışlarla çıkar sağlıyorlar. İnsanlarımız da bu sahtekârların yanına giderek feyz almaya çalışıyorlar. Böyle bir şey yok! İnsan, kendinin doktoru olmalı. İnsanın belli hedefleri, belli ilkeleri olması lazım. Hedefleri ve ilkeleri olan insanlar; böyle sahtekârlara ihtiyaç duymazlar zaten. 

Şu an girin twitter ya da diğer sosyal medya platformlarına. İnanın bana kanınız donar, aklınız durur. O kadar çoklar ki! Şaka gibi yani… Aklım almıyor, bir film ile, bir filmden yola çıkarak insanlar nasıl bu kadar kolay sömürülebilir.

Yazık, vallahi yazık. Ben izlemedim o filmi… Söylediğiniz iyi oldu, en kısa sürede izleyeceğim. 

Sana ölmüşler değil, yaşayanlar lazım değil mi! Geçmişte hata varsa, o hatayı düzeltebilirsin

Ortalık aile dizilimi terapisti ile doldu. İnsanları müthiş kullanıyor ve inanılmaz miktarlar kazanıyorlar.

Allah Allah… Senin neyine aile dizilimi… Sana ölmüşler değil, yaşayanlar lazım değil mi! Eğer geçmişte bir hata varsa, sen o hatayı yaşamak zorunda değilsin. Tam aksine sen o hatayı düzeltebilirsin. Ben zaten çok kaderci bir yapıya sahip değilim. 

Elbette senin için yazılmış bir kader var. Ancak bu kaderi şekillendirmek de senin elinde… İyi olmak senin elinde, kötü olmak da senin elinde… Bir hatan varsa o hatayı düzeltmek senin elinde… 

Elbette… Aynen öyle… Tercihler ortada ve senin neyi tercih edeceğin, kaderini de büyük ölçüde değiştirir. Doğru tercihler yapmak için mücadele etmeli insan. 

Kurtlar Vadisi ya da Zeytin Ağacı gibi bir dizi, senin hayatına yön vermemeli yani… 

Tabii… Bakın ben oynadım. Kurtlar Vadisi de benim çok hoşuma giden, hiçbir bölümünü kaçırmadan izlediğim bir dizi… Çünkü o dizinin hikâyesinden çok şeyler aldık hepimiz de.. Ve ben insanları da biraz uyandırdığını düşünüyorum bu dizinin, bu hikâyenin… Uyandırdı ama elbette o dizinin, o hikâyenin içinden gerekli mesajları almasını bilene… 

Bunun dışında insanlar bu diziyi çok gerçekçi zannettiler. Daha doğrusu hayatlarına, yaşamlarının bir parçası gibi koydular. Oradaki bir karakter (Çakır) öldü, cenaze namazı kıldı insanlar! Dizide birileri öldürüldü, öldüren karakterleri sokakta görüp dövdüler! Döverek komaya soktular. Memati’yi öldüren arkadaşı bir dövdüler, çocuk bir hafta yoğun bakımdan çıkamadı. 

Benim oradaki karakterim Suriye’de bir grubun lideriydi. Esat’ın sağ koluydu. Kendini saklayan, yıllarca aranan bir terörist. Kambur bir terörist, kendini kambur olarak saklıyordu. Hatta Polat Alemdar karakterini alıp işkence yapan, sorguya çeken bir teröristi canlandırıyordum. Kadıköy’de bir gün yolda yürüyorum. Karşıdan üç tane iri kıyım adam geliyordu. Beni görünce durdular, ben de kaldım olduğum yerde tabii… İçimden ‘n’oluyor’ diyordum. O adamlar, karakteri çok sevmişlerdi. Geldiler ve bana sarıldılar. “Ağabey, seni çok beğendik dizide” dediler ve fotoğraf çektirmek istediler. Ben ilk etapta bana saldıracaklarını düşünmüştüm oysa! 

Çünkü izleyicilerin büyük çoğunluğunun kahramanı Polat Alemdar’dı ve ben de ona işkence eden teröristtim dizide. Geçmişte yaşananlar aklıma gelince korkmuştum elbette. Ancak sonuçta yaşananları görünce de gurur duydum. Demek ki oynadığım karakterin hakkını vermiştim ve güzel bir iş çıkarmıştım. Ve o adamlar da diziyi doğru izlemişlerdi sonuçta.

Bakın size bir anımı daha anlatayım. Bu diziden sonra bir menacer arkadaşım, beni daha farklı bir işe yönlendirdi. Yeni projede ‘Başhekim’ rolünü oynamam söz konusuydu. Görüntülerim yönetmene gitmiş. Yönetmen, “Arkadaş, bu adam bu role uymaz ki! Adam sakat yani sonuçta” demiş! Kurtlar Vadisi’ndeki görüntüleri izleyen yönetmen, benim gerçekten kambur olduğumu düşünmüştü. Yanındaki arkadaşlar, “Hocam yapmayın etmeyin. Adam o dizide rol gereği sakat” diyorlar. Demek ki o karakterin hakkını sonuna kadar vermişim diye düşündüm bu yaşanan olaydan sonra. Bir yönetmen bile benim dizideki gibi kambur olduğumu düşünüyorsa, o karakteri çok başarılı oynadığım söylenebilir elbette. Çok hoşuma gitmişti bu olay.

Kaliteli işlere prim verelim lütfen! Ve biraz da okuyalım, cahil kalmayalım

Kusura bakmayın, sizi biraz sıkıştırmaya çalıştım! Sonuçta çok güzel bir sohbet çıktı ortaya. Dergimize bir renk, bir ışık getirdiğinizi düşünüyorum. İnşallah hayatınız boyunca istediğiniz her şey önünüze hazır gelsin.  

Hepimiz için geçerli olsun bu güzel dilekleriniz. 

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum ve son sözü size bırakıyorum. Buyrunuz…

Günümüzde birçok değerler yok oldu. Bu değerlere sahip çıkalım. Sadece sinema sektöründe değil, hayatın her alanında, her konuda, her sektörde her şeyin en güzeline, en iyisine sahip çıkalım. O değerlere sarılalım. Kaliteli işlere prim verelim.. Ve mutlaka biraz da okuyalım… Okuyalım, cahil kalmayalım.  

Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.