Archives

Outdoor için ‘Beşi Bir Yerde’ 1024 684 admin

Outdoor için ‘Beşi Bir Yerde’

Dacia’nın yeni oyuncusu Jogger, SUV, Crossover, station, MPV ve  sedan gibi beş farklı gövdenin özelliklerini tek bir gövdede sunan, ayrıca kamp için aksesuarlarla da donatılabilen, ilginç bir otomobil. Dacia  bu araç için, “Hepsi Bir Araba” sloganını kullanıyor.

Hırant Kasapoğlu Yazdı


Şehirlerimiz her gün, bir öncekinden daha fazla kalabalık olmaya devam ediyor. Bu da sakinlik arayan bireyler için, kısa süreli de olsa doğaya kaçma dürtüsünü ortaya çıkarıyor. Göl kenarında, sahilde ya da dağda birkaç günlük bir kamp bataryalarımızı enerjiyle doldurup, daha sonra şehrin çılgın koşuşturmasına dönebilmek için şart. Şehirden uzaklaşırken, hobilerimizi de birlikte taşıyoruz. Bunun için kimimiz Pick-Up kamyonet, kimimiz karavan, Crawler, kimimiz ise SUV veya Crossover araçlarımızı kullanıyoruz. Otomotiv sektöründeki fiyat performans odaklı markalardan Dacia, Duster modelinden sonra, yine outdoor yaşama uygun modellerinden olan 7 koltuklu Jogger’i pazara sundu. 2022 sonunda Türkiye’ye gelen Jogger, 2023’ün ilk yarısında 140 HP’lik hibrit motor ve otomatik şanzımana da kavuşacak.

Peki Jogger’ı bir outdoor hobi aracı yapan özellikleri neler? Dacia markası, Jogger’ı Türkiye pazarında “Hepsi Bir Araba” sloganıyla tanıtıyor. Yani SUV, Crossover, Station, MPV, Sedan otomobillerin olumlu yönleri bir potada eritilip Jogger kalıbına dökülmüş, tıpkı beşi bir yerde gibi. Bu kadar çok kavram tek bir otomobilde buluşurken, üstelik bu, ekonomik bir fiyatla da birleşmiş. Teoride kulağa hoş geliyor. Geniş iç kabin, yüksek tavan, 7 koltuklu yapı, dışta araziye uyum sağlayan off-road eklentileri (çamurluk çevresi, marşpiye ve tampon altlarında ilave plastik kaplamalar) Jogger’ın öne çıkan özellikleri. Aracın tavan rayları ise modüler anlamda çok pratik. Gerektiğinde bir port-bagaj veya bisiklet taşıyıcısını bu raylara monte etmek mümkün. Taşıma özellikleri bununla sınırla değil. İç mekandaki arka iki sıra koltuğu yatırarak, 2 metreküpten fazla bir taşıma hacmi elde etmek mümkün.

Dacia’nın yeni oyuncusu Jogger, SUV, Crossover, station, MPV ve  sedan gibi beş farklı gövdenin özelliklerini tek bir gövdede sunan, ayrıca kamp için aksesuarlarla da donatılabilen, ilginç bir otomobil. Dacia  bu araç için, “Hepsi Bir Araba” sloganını kullanıyor.

Aracın ilk sürüşlerini gerçekleştirdiğimiz, Iğdır-Kars arasındaki bir kamp alanında, Jogger’e uygulanabilecek kamp ekipmanlarını da inceledik. Bunlardan en çok, aracın bagaj kapağından dışarı doğru uzanan çadır konsepti ilgimi çekti. Bunun haricinde, tavana kurulabilen ve merdivenle çıkılan başka bir çadır opsiyonu var. Ayrıca aracın içine, arka iki sıra koltuklar yatırılarak oluşturulan alana, tam boy bir mat sığabiliyor ve böylece 2 kişinin uyumasını sağlayacak geniş bir alan oluşuyor. Tüm bunların Dacia bayilerinden, aksesuar olarak satın alınabiliyor olmasıysa bir diğer olumlu yanı.

Jogger ilk etapta 1 litrelik, 3 silindirli, 110 HP’lik benzinli motorla ve 6 ileri oranlı manuel şanzımanla geldi. Aynı motorun 100 HP’lik LPG’li versiyonu da var. Nisan ayında ise hibrit ve otomatik vitesli versiyonu da gelecek.

TEKNİK ÖZELLİKLER

Dacia Jogger 1.0 TCE 110 BG Motor: 999 cc; 3 silindir turbo benzin; Güç: 110 HP/5.000-5250 d/d; Maks. Tork: 200 Nm/2.900-3.500 d/d; Güç aktarımı: Önden çekiş, 6 ileri manuel şanzıman; U/G/Y: 4547/1848/1629 mm; Boş ağırlık: 1280 kg; Bagaj hacmi: 212/631/2085 lt: 0-100 km/s: 11,2 sn; Maks. hız: 183 km/s; Tüketim: 5,7 lt/100 km; CO2: 128 g/km.

Geniş iç kabin, yüksek tavan, 7 koltuklu yapı, dışta araziye uyum sağlayan Off-Road eklentileri (çamurluk çevresi, marşpiye ve tampon altlarında ilave plastik kaplamalar) Jogger’in öne çıkan özellikleri…

Belge ile değil, Bilgi ile yapılacak bir iş 1024 684 admin

Belge ile değil, Bilgi ile yapılacak bir iş

CANKURTARANLIK

VOLKAN ŞENOL

BİZİM YAPTIĞIMIZ İŞ İLE SERTİFİKANIN HİÇ ALÂKASI YOK. HATTA ARALARINDA DAĞLAR KADAR FARK VAR. BU İŞİ YAPABİLMEN İÇİN ÖNCELİKLE CESUR OLACAKSIN; SONRASINDA DA BİLGİLİ… DENİZİ, İNSANLARI TANIYACAKSIN. PROSEDÜR GEREĞİ SERTİFİKA ŞART! TAMAM AMA ADAMIN SERTİFİKASI VAR, YÜZME BİLMİYOR, İNSAN KURTARMAYI BİLMİYOR! ÖZETLE; SERTİFİKA HAYAT KURTARMIYOR, BU İŞ BELGE İLE DEĞİL BİLGİ İLE YAPILIYOR 

Aybeniz Orhan Röportajı


Aybeniz Orhan: Şenol bey merhaba, hoş geldiniz… Biz gelemedik, siz zahmet ettiniz ve geldiniz. Öncelikle The Great WildLife dergisi olarak bizimle röportaj yaptığınız için size teşekkürlerimizi sunarım. 

Volkan Şenol: Hoş bulduk öncelikle… Ben teşekkür ederim. 

Şenol bey, siz cankurtaransınız. Nerede görev yapıyorsunuz?

Evet, tam 30 senedir cankurtaranlık yapıyorum. Bu işe gönül verdim, kalpten. Batı Karadeniz’de Kilyos kıyı şeridinde görev yapıyorum. Bu mesleğin dededen kalma olduğunu düşünüyorum. Çünkü benim dedem de bir denizciydi. Denizci bir komutanın torunuyum ben. 30 senedir bu mesleğe hayatımı adadım. İnsan hayatına, hayatımı adadım. Çocuklarım da denizci zaten…  

ZEVK OLSUN DİYE CANKURTARAN OLANLAR ASLA İNSAN HAYATI KURTARAMAZLAR…

Zor bir meslek değil mi cankurtaranlık?

Zor değil, çok zor… Çünkü öncelikle insanların hayatını kurtarmak için uğraş verirken, kendi hayatınızı da tehlikeye atıyorsunuz. Ben 30 yıldır, kendi ailemden birisi boğuluyormuş hissiyle hareket ediyorum, boğulma tehlikesi geçiren insanın yanına bu hissiyatla gidiyorum. Zaten böyle hissetmezseniz, bu işi lâyıkıyla yapamazsınız. Böyle hissetmezseniz, yardıma ihtiyaç duyan o insanları kurtaramazsınız. Orada zevk olsun diye cankurtaranlık yapayım derseniz, ‘3 ay çalışayım, sonra kafama göre gider başka iş yaparım’ diye düşünürseniz bu işi yapamazsınız. 

Çocukluğumdan beri bu işi yapıyorum. 30 sene diyorum ama aslında daha öncesi de var. 30 sene, sadece profesyonel kariyerim. 30 sene öncesinde de büyük ağabeylerimizin yanında, bizden önceki cankurtaranların yanında yer aldım ve kendimi yetiştirdim. 8-9 yaşındaydım, bir boğulma anı yaşandığında o ağabeylerimiz harekete geçtiğinde ben de hemen tekneye atlardım. O günlerde bu aşk doğdu benim içimde. Bu işe gönül verdim ve halen o ilk günkü aşk ile yapıyorum işimi…

9 yaşındaydım, bir boğulma anı yaşandığında o ağabeylerimiz harekete geçtiğinde ben de hemen tekneye atlardım. O günlerde bu aşk doğdu benim içimde. Bu işe gönül verdim ve halen o ilk günkü aşk ile yapıyorum işimi…

ADAMA SERTİFİKA VERİYORLAR AMA GELİN GÖRÜN Kİ YÜZME BİLMİYOR!

Cankurtaranlığın püf noktası nedir? Mesela ben iyi bir yüzücüyüm. Sonrasında bir okula gideyim, sertifikamı alayım ve gidip cankurtaranlık yapayım. Bu yeterli mi? Bu meslek, bu şekilde yapılabilir mi? 3-5 günlük eğitim ile cankurtaranlık yapılabileceğine inanıyor musunuz?

Vallahi güzel sordunuz! Şöyle cevap vereyim. Ben inanmıyorum. Benim gibi, yani benim kadar deneyimli, bu işe bu kadar gönül veren insanlar da inanmıyor açıkçası. Ancak Türkiye’de maalesef sizin bahsettiğiniz şekilde de olabiliyor. Bazı dernekler, bazı kuruluşlar, hatta federasyon da dahil; hiç denetlemeden sertifika veriyor. Genç, hevesli çocuklara sertifikalar dağıtılıyor. Bu çocuklar 3 ay, 5 ay, bir sene yapıyorlar bu işi ve arkası gelmiyor.  Sertifika bana göre gereksiz. Daha doğrusu bizim yaptığımız iş ile sertifikanın hiç alâkası yok. Hatta aralarında dağlar kadar fark var. 

Bu işi yapabilmek için ilk önce cesur olman lazım, cesaretli olman lazım. Bu işi yapıyorsan, büyük cesaretin olması lazım. Sertifika adam kurtarmıyor! Prosedür gereği sertifika veriliyor. İşletmeler de sertifika soruyor. Sertifika soruyorlar ama adam yüzme bilmiyor, adam kurtarmayı bilmiyor! Hiçbir şey bilmiyor özetle… 

Dalgasız bir denizde özellikle yaşlıların ve çocukların çok dikkatli olmaları gerekir. Cankurtaranların da öncelikle bu kategorilere giren insanları takip etmesi lazım. Çünkü düzgün, dalgasız bir denizde bir anda kaybedersin çocuğu, derine düşer ve boğulur. Yaşlılar için de durum aynı; Tansiyonu düşer, kalbi sıkışır, başına güneş geçer, bir anda düşer denizin içinde ve o kalabalık içinde bulamazsınız 

GÜNEŞ YAĞIMI SÜREYİM, SAHİLDE GEZEYİM, BÜTÜN KIZLAR BANA BAKSIN DİYENLER VAR!

* Birçoğu moda diye bu işi başlıyor olabilir mi?

Gençlik… Kız aşkı… Cankurtaran olayım, güneş yağımı sürüp sahilde yürüyeyim, kızların hepsi bana baksın! Bu güzel ve doğru bir şey değil… 

* Peki bu durumu denetleyen hiç kimse yok mu?

Denetleme var! Şöyle ama; Var mı evrakın, sertifikan? Var… Tamam işte! Bu kadar…

* Çünkü ben çok duyuyorum, Kilyos’ta değil ama başka bölgeler için… Özellikle Şile bölgesi… Şile’de maalesef çok fazla boğulma olayı yaşanıyor. Orada kimse kimseyi kurtarmıyor mu? Sürekli ölüm haberleri alıyor ve üzülüyoruz. Ne oluyor oralarda?

Karadeniz’in kıyı şeridi; Trabzon’dan bizim Kilyos’a kadar her tarafı aynı aslında… Aslına bakarsanız, orası daha fazla medyaya düştüğü için, sürekli Şile ve boğulma haberleri yapıldığı için böyle bir algı var. Aslına bakarsanız bütün kıyı şeridi tehlikeli. Fakat bilmezsen, denizi tanımazsan tehlikeli. Akıntı var sonuçta, ‘rip’ akıntısı var. Dalgalar geri dönerken kum da biraz oynuyor. Fakat bu durum sadece bir bölge için geçerli değil; bütün Karadeniz kıyı şeridi aynıdır. 

Biz, Kilyos’ta işimizi biraz daha sıkı tutuyoruz. Ayrıca bizim bölgemizde yıllardır bu işi yapan ve deneyimi çok daha fazla olan arkadaşlar bulunduğu için ölümle sona eren talihsiz olaylar yok denecek kadar az yaşanıyor. Bundan 10-15 sene evvel gerçekten çok fazla ölümle sonuçlanan boğulma olayları yaşanıyordu. Çünkü deneyim yoktu, bilgi yoktu, denizi tanımıyorlardı. 

Cankurtaranlık sadece kaba kuvvet ile yapılacak bir iş değil. En büyük yanılgılarımızdan biri de maalesef şu; Bizim halkımız yüzde 90’ı “Ben iyi yüzerim” diye düşünüyor. Fakat iyi yüzücü olmak, cankurtaranlık yapmak ile kaba kuvvetin uzaktan yakından ilgisi yok. Her şeyden önce denizi tanımak çok önemli. Hepimizin bildiği gibi Türkiye, üç yanı denizlerle kaplı iki yarımadadan oluşuyor. 

Bir kişi boğuluyor, on kişi onu kurtarmaya gidiyor ama hiçbirinin kurtarma konusunda bilgisi yok. Teşekkür ederim hepsine cesaretli davrandıkları için ama sonra bir bakıyoruz; onbir kişi boğuluyor… O bir kişiyi kurtarmak için yola çıkan iki cankurtaran, onbir kişiyi kurtarmak için uğraş veriyor. Bizi en çok yoran olay bu.

DENİZİ TANIMAK ÖNEMLİ… AVUSTRALYA’DAN GELİP KARADENİZ’DE YÜZEMEYEN CANKURTARAN GÖRDÜM. 

Bir insan böyle bir durumda nasıl soğukkanlı kalabilir? Ben sualtında çok iyiyim mesela, tüple dalarım ve zaten derneğe de üyeyim. Eski bir atletim ve çok iyi koşarım. Fakat bunlara rağmen tüpsüz suyun altında çok uzun süre kalmam, kalamam ve denizde her zaman temkinli davranırım. İyi yüzerim, ama kendimi de asla tehlikeye atmam. Hatta yanımdakilere de izin vermem. 

Biz de boğulan bir vatandaşımıza koşarken orada bulunan bütün insanları uyararak giriyoruz denize… Çünkü bir kişi boğulmak üzereyken iki cankurtaran onun yanına gitmeye çalışıyor. Ben, ekibimle beraber böyle durumlarda, yani denizin tehlikeli olduğu durumlarda botla çıkıyorum kıyıdan. Koşarken de, bota çıkarken de insanları uyarıyorum: “Kimse gelmesin” diye… 

Çünkü çok olay yaşadık bu konuda… Bir kişi boğuluyor, on kişi onu kurtarmaya gidiyor ama hiçbirinin kurtarma konusunda bilgisi yok. Teşekkür ederim hepsine cesaretli davrandıkları için ama sonra bir bakıyoruz; onbir kişi boğuluyor… Bu durumda o bir kişiyi kurtarmak için yola çıkan iki cankurtaran, onbir kişiyi kurtarmak için uğraş veriyor. Bizi en çok yoran olay da bu aslında… Ben okyanusta da yüzdüm, yurt dışında da çok farklı bölgelerde denizlere gittim. Dünya Şampiyonaları’na katıldım. 2010 yılında Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar ile sörf board şampiyonası düzenlendi. Dünyanın en iyisi, birinci sırasındaki cankurtaran ekibiyle de çalıştım. Bu biraz da bulunduğunuz yer ile alâkalı bir durum. Ben Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneği’nin olan BURC Beach’teyim. Kendimi burada bir hayli geliştirdim. Çünkü burada çok önemli, güzel aktiviteler oldu. Avustralya’dan gelip Karadeniz’de yüzemeyen cankurtaranlar oldu! Denize çıkamadılar, benden yardım istediler. Bu benim için bir gurur elbette. 

Çok kötü bir havada çıktım denize onların isteğiyle… Bana, “Biz çıkamadık denize, siz burada bunu nasıl yapıyorsunuz” diye sordular. O günden sonra da beni Avustralya’ya davet ettiler. Gittiğimde gördüm ki, o insanların helikopterleri bile var! Bizim hiçbir şeyimiz yok, sadece cesaretimiz var! Türkiye’nin bütün denizlerini biliyorum. Sık sık tekrarlıyorum ama her şeyden önce denizi bilmeniz şart. Hepsinin ayrı ayrı tehlikeleri var. Bu duruma da başka bir açıdan bakmak gerek aslında… Denizler tehlikeli diyoruz ama, aslında insanlarımız tehlikeli… Denizde bir şey yok, ancak insanlarımızda bilgi az olduğu için deniz tehlikeli oluyor. Yeterli bilgiye sahip olsak, o bilgilerin ışığında hareket etsek, deniz nasıl tehlikeli olabilir ki?! 

Tehlike var” diyoruz, aldığımız karşılık şu oluyor: “Ben yüzme biliyorum!” Anlamadıkları şey ise şu: Yüzme bilmek farklı şey, boğulurken kendini kurtarmak başka şey, boğulan bir insanı  kurtarmaya çalışmak ise bambaşka bir şey… 

İYİ CANKURTARAN, İYİ BİR GÖZLEMCİDİR. HİSSEDER, BAKAR VE TEHLİKEYİ GÖRÜR…

* Boğulmamak için ne yapmak gerekiyor? Ya da şöyle sorayım; Boğulma anında bir insan sükunetini nasıl koruyabilir?

Öncelikle insanların kontrollü bölgelerden denize girmesi lazım. Cankurtaranların olmadığı bölgelerde denize girmemeleri lazım. Para ödemeyeyim, masrafım olmasın, 3-5 arkadaş gidip bir kayalıktan denize atlayalım diye düşünmemek lazım. Çünkü orada, herhangi bir tehlike anında onları kurtarabilecek kimse yok. Cankurtaran, bir insanın boğulduğunu ilk bakışta hisseder, anlar. Takip eder, görür. Cankurtaran görmezse zaten cankurtaranlık yapamaz. Çünkü bir cankurtaranın en önemli özelliklerinden biri de çok iyi gözlemci olmasıdır. Boğulma anında ise çok soğukkanlı olmak lazım. Boğulma tehlikesi yaşayan insan utanmayacak, gurur yapmayacak, sesi çıktığı kadar bağıracak ve ‘imdat’ diyerek yardım isteyecek. Bu işin utanması yok, sonuçta ipin ucundasın ve yardım gelmezse öleceksin. 

Sakin olacaksın, zamanı çok hızlı değerlendireceksin ve tehlikenin hemen başında yardım isteyeceksin. Elini kaldıracaksın, ‘imdat’ diyeceksin, ‘kurtarın’ diyeceksin. Gurur yapıp bağırmayan insanlar var. Kendi kendine kurtulacağını düşünüyor, çaba gösteriyor ama bir süre sonra nefesi tükeniyor, su yutuyor. Bir şeyden korkarsınız ve ‘ödüm patladı’ dersiniz ya… Denizde boğulmalar da işte böyle oluyor. Ayrıca bayılma durumu olabiliyor. Boğulmak üzere olan bir insan bayıldığında, biz cankurtaranlar onu çok daha kolay denizden çıkartabiliyoruz. Çünkü bayıldığında su yutmuyor, direnç göstermiyor, su yutmadığında da boğulmuyor insan. Uyuyor gibi düşünün, bu durumda suyun üzerinde kalıyor zaten insan. 

40, 45 dakikada canlandırdığımız insanlar var. Gerçek bir boğulma anı ise gerçekten çok tehlikeli… Yardıma giden insanı da dibe çeker. Çünkü sizin insan olduğunuzun farkına bile varamaz, göremez. Boğulma anında adrenalin öyle bir patlama yapıyor ki, korkuyla beraber karşıdan gelen insan mı, taş mı, odun mu, tekne mi; onu fark edemiyor. Siz onunla konuşursunuz ama boğulma riski taşıyan insan bu konuşmaları bile fark etmez. Çok ciddi bir şekilde boğulma riski yaşayan insanı kurtarırken, hemen arkasına geçmeniz lazım. Kesinlikle önünde durmamak gerek. Onu kıyıya ya da tekneye götürürken sakinleştirici konuşmalar yapmak lazım. Belki konuşmalarını net olarak anlamaz ama sen konuştukça, o insanın dikkatini dağıtır ve sana sarılmasını önlersin. 

Bir şey itiraf edeyim; Ben muhtemelen 70-80 kez ölmüşümdür! Bu insanlara tuhaf gelebilir ama yaşayanlar da dediğimi iyi bilir. Cankurtaranlar bu dediğimi çok iyi bilir. Yaşamayanlar ise bu dediğime güler! Fakat deniz tehlikeli ve boğulma çok farklı bir olay. Allah kimseye yaşatmasın. Yaz aylarına girmek üzereyiz ve bu dergide bu röportajı yapmak gerçekten çok önemli… İnşallah okurlarınız bu röportajı okur, değerlendirir ve bu konularda bilgilenir. Bir kişi bile kurtarmış olsak, dünyanın en önemli işini yapmış oluruz. 

Avustralya’dan gelip Karadeniz’de yüzemeyen cankurtaranlar oldu! Denize çıkamadılar, benden yardım istediler. O günden sonra beni Avustralya’ya davet ettiler. Gittiğimde gördüm ki, o insanların helikopterleri bile var! Bizim hiçbir şeyimiz yok, sadece cesaretimiz var! 

TRAFİKTE DE, MOTORDA DA, DENİZDE DE HEP ‘BEN USTAYIM’ DİYENLER ÖLMÜŞTÜR 

* Zaten sizi davet etmemin, bu röportajı yapıyor olmamın nedeni bu… Doktor Kemale Musayeva, “Çok önemli bir meslek” dediği an, bu röportajı yapmam gerektiğini düşündüm. Çünkü maalesef bilinçsiz insan sayımız bir hayli fazla. En büyük hatayı her zaman “Ben çok iyi bilirim” diyenler yapar. Üstelik bu işin okulu da yok. İnsanlar kursa gittiğinde oradaki hocalar da bu konularda ders vermiyorlar. Oysaki yüzme hocalarının kursiyerlere boğulma ile ilgili de bilgiler, dersler vermeleri lazım. Ancak olay tamamen ‘para’ endeksli olduğu için sadece insanlar geliyor, iki dakika yüzdürülüyor ve gidiyor. 

Kesinlikle haklısınız. Hatta bu durum sadece deniz için de geçerli değil… Trafikte de, arabada da, motorda da… Ustalar hep ölmüştür! Bu işin bir ayıbı yok aslında… Öğreneceksin. Çocukluğundan beri denizin içinde yaşayan, yıllardır (aralıksız 30 yıl) cankurtaran olarak görev yapan biri olarak benim bile başucu kitabım var bu konuyla ilgili… İnsanlar yurt dışında neler yapıyor, nasıl hayat kurtarıyor, bunları okuyorum. Halen kendimi geliştirmeye çalışıyorum. 

* Devletin bir yaptırımı var mı peki? Sizin hayatınız garantide mi? Allah korusun; başınıza bir iş geldiğinde herhangi bir tazminatınız var mı? Çünkü en nihayetinde sizler de tıpkı ‘AKUT’ gibi bir afet anında insanların yanında olan kişilersiniz. En az 3 ay boyunca sahilde tetikte duruyorsunuz ve hayatınız, kurtardığınız insanlardan bile daha çok tehlikede sonuçta.

Yok… Benin düşüncem şu: Devletin bizim yaptığımız işten haberi bile yok. Türkiye’deki bütün cankurtaranlar adına konuşmak gerekirse; herkes çalıştığı beach’ten, otelden, plajdan maaş alarak geçiniyor. Bu insanlar düzenli olarak sadece üç ay boyunca kazanabiliyor. Yaz sezonu, yani o üç ay bittikten sonra bu insanlar (cankurtaranlar) ne yapıyor; kimsenin umurunda değil. Devletin kadrolu elemanı değiliz. Aslında olması gereken bu… Yurt dışında cankurtaranların büyük çoğunluğu Devlet’e bağlı çalışıyorlar aslında. Türkiye’de birkaç tane dernek var, federasyon var ama bana göre o kadar zayıflar ki… Ben kendi çabamla bir şirket kurdum, kendim çocuklarımı yetiştiriyorum. Onların önünü de açmak istiyorum. Bir şekilde bireysel olarak mücadelemi sürdürüyorum. Bu konuda 3-5 tane işadamıyla da konuştum, bana destek olmalarını istedim. Fakat deniz olayına karamsar bakıyorlar, “Ya nasıl olacak?’ diyorlar.

Ciddi bir boğulma anı gerçekten çok tehlikelidir. Yardıma giden insanı da dibe çeker. Boğulma anında adrenalin öyle bir patlama yapıyor ki, korkuyla beraber karşıdan gelen insan mı, taş mı, odun mu, tekne mi; onu fark edemez

BOĞULMUŞ, HAYATINI KAYBETMİŞ BİR İNSANI DENİZDEN ÇIKARMAK… BÖYLE GÖREV OLUR MU!

* Ben de bu yüzden soruyorum. Mesela denizde bir gemi batıyor yurtdışında, oraya bile Devlet’e bağlı çalışan, Devlet görevlisi olan cankurtaranlar gidiyor. 

Devletin hiçbir desteği yok bizlere. Oysaki Türkiye’deki bütün cankurtaranları Devlet’in desteklemesi lazım. Çünkü insan hayatlarını cankurtaranlar kurtarıyor. Deniz Polisi, ölüm anında olay yerine gidiyor. Ölen vatandaşımızı sudan alıyor. Jandarma da aynı şekilde. Sahil Güvenlik aynı, Kıyı Emniyet aynı. Olaydan sonra gidip ölen vatandaşımızı sudan çıkartmak bir şey değil ki! Zaten deniz de kendi başına bunu yapar! 

Sen boğulan, ölen kişiyi denizden çıkarsan ne olur, çıkarmasan ne olur? Önemli olan o insanların hayatını kurtarmak değil mi? Cankurtaranlar olayın tam içinde. Çünkü cankurtaranların görev yaptığı yere hiç kimse inemiyor, dalgalı bölge olduğu için. Ama bana göre bütün cankurtaranlar da kötü durumda… Çünkü 1 ay çalışan da var, 2 ay çalışan da, 3 ay çalışan da. Oysaki hayat devam ediyor. Sezon bittikten sonra “Sen ne yapıyorsun? Ne yiyiyor ne içiyorsun? Nasıl yaşıyorsun? Nasıl geçiniyorsun? Çoluk çocuğun ne yapıyor? Nasıl doyuyorlar, nasıl okuyorlar?” kimse sormuyor. 

Ben belki de çalıştığım yerlerden dolayı biraz şanslıyım bu konuda… Güzel kurumlarda çalışıyorum, daha profesyonel düşünüyorum ve ona göre şartlarımı koyuyorum. Biraz önce de bahsettiğim gibi bir şirket kurdum ve onu da geliştirmeye çalışıyorum. Bireysel olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum ama yeterli oluyor mu derseniz, olmuyor elbette…

Devletin hiçbir desteği yok bizlere. Oysaki desteklememiz lazım. Çünkü insan hayatlarını kurtarıyoruz sonuçta. Deniz Polisi geliyor, ölen vatandaşımızı sudan alıyor. Önemli olan o insanların hayatını kurtarmak değil mi?

BELEDİYE ‘AL SANA 50 CANKURTARAN’ DESE ALMAM. ÇÜNKÜ ONLARIN İÇİNDEN SADECE 2’Sİ YETERLİDİR

* Şirketiniz ne üzerine? Cankurtaranlık mı, sörf mü?

Cankurtaranlık… Şirketin adı Karadeniz Cankurtaran, Black Sea Resque Walk Extreme… Yıllardır orada genç arkadaşları yetiştiriyorum, bröve’lerini aldırtıyorum. Ancak her isteyeni de kabul etmiyorum. İyi cankurtaran olacak isimleri alıyoruz buraya. Yılların verdiği tecrübeyle, kimin yapacağını kimin yapamayacağını anlıyorum artık. 

Federasyon sadece havuza daldırtıyor ve bröve veriyor. Ben böyle yapmıyorum. Yetiştiriyorum, ‘tamam artık, oldu’ diyorum ve bröve’lerini almaları için Federasyon’a gönderiyorum. İmkânım olsa bröve’yi ben de veririm, ancak yasal açıdan bu hak, Federasyon’a ait. Federasyon’a gönderdiğim isimlerin hepsi de benim seçtiklerim. Şu an benim seçtiğim ve bröve alması için Federasyon’a gönderdiğim çocuklar ile okyanuslara bile giderim! Onlara bu kadar güveniyorum. O kadar iyi çocuklarım var, fakat halen Devlet’ten yeteri kadar destek göremiyoruz. 

* Peki, Devlet’ten hiç böyle bir istekte, talepte bulundunuz mu?

Vallahi ben çok uğraştım bu konularda. Araştırdım, öğrendim, çok uğraştım. 

* Peki Büyükşehir Belediyesi’ne başvurdunuz mu?

Başvurmadım. Çünkü olay tamamen maddiyata baktığı için Büyükşehir Belediyesi konuya bizden çok daha farklı yaklaşıyor. Maddiyattan bahsettiğim, bröve ile ilgili konular, yanlış anlaşılmasın lütfen. Şu an Büyükşehir Belediyesi bana “Size 50 tane cankurtaran gönderiyorum, birlikte çalışın” dese, ben kesinlikle çalışmam. Çünkü şundan eminim ki, ben o 50 adamdan 2 tanesini yeterli bulurum kendim için. Çünkü onların birçoğu para ile bröve almış, buraları bilmeyen, buranın denizini tanımayan çocuklar. 

Adam diyor ki, Ben de şoförüm!” Hayır, değilsin. Sen sadece  sürücüsün! Ben de bilgisayar kullanıyorum diyor bir başkası. Tamam ama sen yazılımcı değilsin! Ben de biliyorum bakış açısına çok kızıyorum.  

MESLEĞİN HER NE İSE ONU YAPACAKSIN… MESLEĞİNİ YAPANA DA SAYGI DUYACAKSIN

* Söylemek istediğim şuydu; Belediye’ye kayıt yaptırıp birlikte çalışmanız, az da olsa Belediye’den bir bütçe alarak küçük bir garantiniz olması mümkün değil mi? Bunu neden söylüyorum; Çünkü Amerika’da bu işi vilayetler yapıyor. Burada da İstanbul bir vilayet değil mi? 

Fikir güzel elbette… Amerika’da da işleyişin böyle olduğunu biliyorum. Ancak bakın, ben profesyonel olarak 30 senedir bu işi yapıyorum. Şimdi Belediye’ye gidip böyle bir teklif sunduğumda, bana masabaşında oturan bir yetkili denizi anlatmaya başlayacak! İşi kendi verdiği için, onunla beraber çalışacağım için kendisinde bu hakkı görecek. Ben buna karşıyım! 

Yanlış anlaşılmasın. Bu durum Belediye ile sınırlı değil. Halkımızın, kurumlarımızın büyük kesiminde bu bakış açısı var. Mesela adam diyor ki, “Ben de şoförüm!” Hayır, değilsin. Sen sadece kendi aracının sürücüsüsün! Şoför olabilmen için otobüs, kamyon, minibüs kullanıp o işten para kazanman lazım! “Ben de bilgisayar kullanıyorum” diyor bir başkası. Tamam ama sen kendi bilgisayarını kullanıyorsun. Sen Bilgisayar Mühendisi ya da yazılımcı değilsin sonuçta! Halkımızda işte bu var; “Ben de biliyorum”, “Ben de anlıyorum”, “Ben de yaparım…” Bu bakış açısı doğru değil. Çok kızıyorum ve kabullenmediğim, kabullenmeyeceğim tek şey bu bakış açısı… 

Mesleğin ne ise onu yapacaksın ve mesleğini yapana da saygı duyacaksın. 

Amerika’da çalışan arkadaşlarım var, orada birpolis değerindeler. Denizi yasakladıkları an, kimse giremiyor. Bizim burada ise, geçtiğimiz sene Şile’de cankurtaranları bıçakladılar, denize girilmesini yasakladıkları için! 

30 YILDA 10 BİN CAN KURTARMIŞIMDIR… AMA 10 TANE BİLE TEŞEKKÜR ALMAMIŞIMDIR

* En baştan anlatayım… Bu dergi enteresan bir şekilde çıktı. Ben dergici değilim, ama birileri bana “Dergi çıkar” dedi. İnanın bana o kadar kazık yedim ki! Bununla da kalmadı, herkes bana “Ya bak kimse okumuyor, kimse ilgilenmiyor, at çöpe bunu” dediler. “Kimse yazılı basın okumuyor”, “Türk insanı okumayı sevmez” dediler. Ancak ısrar ettim ve 5 yılda Dünya’daki bütün fuarlara soktum bu dergiyi… Amerika bizi almıyordu, ben de “Irkçısınız” diye yazdım. “O fuarda 150-200 tane seni zengin eden Türk firması var ve sen Türk basınını almıyorsun” diye yazdım. Vegas’ta Shot Show’da “Çılgın Türk Medyası” diye gazetede haberim çıktı. Ve o fuara girdi benim dergim. Ben param olduğu için dergi çıkarmıyorum, bileğimin gücüyle yapıyorum bu işi. Gördüm ki dergicilik, Dünya’nın en zor mesleklerinden biri. Tıpkı sizin işiniz gibi. Demek istediğim özetle şu: Siz bir şeyi istiyorsanız, bastırmanız gerek.  

Öncelikle tebrikler… Sonrasında da fikirlerinize katılıyorum. Ancak benim en çok gücüme giden, boğulan insanı kurtardıktan sonrası… Biliyor musunuz; 30 senede 10 tane teşekkür almamışımdır! Belki de 10 bine yakın insan kurtarmışımdır, abartmadan söylüyorum bunu. Belki de az söylüyorum. Çünkü insanlara şaka gibi geliyor! 10 bin dediğinizde ‘şaka’ gibi geliyor. Ama değil… Bir tebessüm, bir teşekkür istediğimiz… O insan senin hayatını kurtarmış. Belki “Boğulan insan seni mi düşünecek” diye sorabilirsiniz. Ancak düşünmesi gerekmez mi? Bir tebessüm, bir teşekkür etmesi gerekmez mi?

6 yaşımda futbola başladım, askerlik dönemime kadar çok iyi bir kulüpte oynadım. Türkiye’nin en iyi kulübünde atletizm yaptım. Tekvando yaptım, kickboks yaptım, boks yaptım. Fakat Türkiye’de spor dediğinizde sadece futbol var! Geri kalanların hiçbir önemi yok. 

BEN KENDİ HAYATIMLA HAYAT KURTARAN BİR İNSANIM. BU İŞİN REKLAMI OLMAZ

* Yurt dışında nasıl peki?

Yurt dışı farklı… Bizimle çalışan, bu işi yapan, yanımızda yetişen ve şu an Amerika’da çalışan arkadaşlarım, kardeşlerim var. Orada bir ‘polis’ değerindesin. Sen denizi yasakladığın zaman, hiç kimse denize giremez. Bizim burada ise ne oluyor? Geçtiğimiz sene Şile’de cankurtaranları bıçakladılar, denize girilmesini yasakladıkları için! Düşünmüyor ki, o cankurtaranlar senin için orada ve senin, annenin, eşinin, çocuğunun sağlığı için, tehlike varolduğu için denize girmeyi yasaklıyor. Sen bu insanı nasıl bıçaklayabilirsin ya! 

10 kişi boğuluyor, 9’unu kurtarıyor cankurtaran ama maalesef birini kurtaramıyor. Süperman değil ki cankurtaranlar da, suda yürüyen insanlar da değiliz. Biz denizi tanıdığımız, cesaretimiz olduğu için bu işi yapıyoruz. Üstelik severek yapıyoruz. 

* Suç cankurtaranda değil ki? Sende… Kurallara uymuyorsun, üzücü bir olay yaşıyorsun ve cankurtaranı suçluyorsun. Olmaz, olmamalı…

Elbette… Ama hep aynı konuya dönüyoruz; Bizim Devlet’ten de desteğimiz yok. Belediye ile olacak bir iş değil bu… Bakanlıklar ile çözülebilir bu sorun.

* O halde güzel bir proje hazırlamalı ve ilgili bakanlığa bu projeyi sunmalısınız.

Bakanlık ile olur ama Belediyeler ile olmaz. Çünkü orada bir rant var. Biz hayat kurtarıyoruz, işimiz bu ve bizim siyasetle falan da işimiz yok. Birçok ünlü ismin yakın korumalığını da yaptım dönem dönem. O camiada da çevrem çok ama hiç siyasetle ilgim olmadı. Bu iş Belediyeler ile olmaz diyorum, çünkü Belediyeler her zaman kendi reklamını düşünür. Bu durum da bana biraz ters geliyor. Çünkü ben, kendi hayatımla hayat kurtaran bir insanım. Bu işin reklamı olmaz.

3 AY BOYUNCA HAYAT KURTARAN ADAM, SEZON BİTİNCE MECBUREN MOTORLU KURYE OLUYOR…

* Belediyeler de ‘Belediyecilik’ yapmayıp hizmet odaklı düşünseler, destek verseler… Bir eser bıraksalar keşke…

Evet, destek verseler. Mesela kendi cebimdeki para ile telsiz alıyorum. En azından bunu Devlet versin. Ben yurtdışından cankurtaran simidi siparişi veriyorum oralarda yaşayan arkadaşlarım aracılığıyla. Çünkü Türkiye’de yok. Neden yok? Bir tane şirket parayı vermiş, cankurtaran sertifikasını almış. Şu an feribotlarda, kıyı emniyette, gemilerde, özel teknelerde, cankurtaranlarda sadece o simit satılıyor. O simit olmazsa cankurtaran plajı açılmıyor. 

Ancak o simit de benim işime yaramıyor. 10 tane aldım ve sadece görüntü olarak mecburen tutuyorum ben. Çünkü simit ağır. Simidi adama atamıyorsun, diyelim ki simidi adama atabildin, bu durumda da denk gelirse adamın kafasını kopartabilir. Kurtarayım derken öldürürsün adamı… O simit ile koşamıyorsun. Oysaki bir boğulma anında benim müdahale etmem için sadece 1 dakikam var. Ben kıyıdan simidi aldım, 10 metre koştum, 10 metre sonra suya girdim, suda o simit ile yüzmem lazım, ama simidi taşıyamıyorsun. O kadar ağır… 

Türkiye’de yaşıyoruz. O şirket sertifikasını almış, o simit olmadan olmuyor! Plaja jandarma geliyor, o simit yoksa, bilgisi de olmadığı için sana ceza yazıyor. Mecbursun yani o kullanamadığın simidi almaya.

* Siz bu konuda herhangi bir müracaatta bulundunuz mu, şikâyet ettiniz mi? “Bu simitler, standartların dışında. Hiçbir cankurtaran bu simit ile iş yapamaz” diye… Mesela CİMER’e bu konuda şikâyet oluşturabilirsiniz.

Nereye gideceksin? CİMER’i şu ana kadar hiç düşünmedik. Bakın, Amerikan simitler var; Türkiye’de çok sayılı adette bulunur. Bende var bu simitlerden, Amerika’dan iki tane getirttim. Avustralyalı dostlarım da iki adet hediye etmişti. Türkiye’de maalesef bu simitlerin standardına bakılmıyor, kontrol çok zayıf. Bana göre Türkiye’de şart koşulan simitler, hayat kurtarma konusunda standartların dışında. Fakat ben bir cankurtaranım ve beni kim dinler, bilemiyorum.   

* Bireysel değil, Türkiye’deki bütün cankurtaranlar toplanıp bu konuda bir şikâyet oluşturmalısınız. Gerekirse protesto bile etmelisiniz. 

Doğru söylüyorsunuz ama bütün cankurtaranları biraraya nasıl getireceksiniz? Camia içinde de kopukluk var. Yapamıyorsun! Çünkü adam 2-3 ay çalışıyor ve bu sürenin sonunda adam boşta. 9-10 ay bomboş geziyor. 3 ay cankurtaranlık yapmış adam, 3 ay bitiminde bir bakıyorsun motorlu kurye… Buna da karşıyım elbette. Yazık! Fakat geçimini sağlamak için bir şeyler yapmak zorunda çocuklar. Başka bir mesleği yok, adam cankurtaran… 

KIYI EMNİYET, JANDARMA GİREMİYOR DENİZE, BEN ‘THUNDER BOT’UMLA DİREKT İNİYORUM

* Devlet’e bağlı, Devlet’ten bir garantileri olmadığı için böyle. En azından çalışmadıkları dönemlerde ‘işsizlik sigortası’ gibi bir destek alabilseler… 

‘İşsizlik sigortası’ olabilir. Devlet’in güzel bir kurumuna bağlı da çalışabilir. Mesela Kıyı Emniyeti botlarını yeniledi, ben rica ettim eskilerden birini alabilmek için… Bana, “Volkan Bey; dernek, üniversite ya da herhangi bir resmi kuruluş olmadan veremiyoruz” dediler. Yazık, günah! Yenileri aldıktan sonra eskiler çürümeye terk ediliyor. Ya da ihaleye çıkılıyor, birisi parayı veriyor ve alıyor botları, oradan para kazanıyor. 

Benim kullandığım ‘thunder cut’ bot var. Türkiye’de yok… Dalga botu, okyanusa bile çıkar. Ben bu botla en kötü havalarda bile denize çıkabiliyorum. Kıyı Emniyet gelemiyor, Jandarma gelemiyor, Sahil Güvenlik inemiyor, Deniz Polisi inemiyor. O kıyıda, dalganın olduğu yerde ben bu botla oynayabiliyorum, denize çıkabiliyorum. Çünkü Güney Afrika’dan gelen bir bot, ‘thunder cut’ katamaran bir bot ve her türlü dalgada denize çıkabiliyorum. 

Bana soruyorlar, “Sen nasıl çıkabildin” diye… Cevabı basit; Profesyonel bot bu… Sen bana oraya 7 metre bot getir, o bot kıyı şeridinde oynamaz. Çünkü bazı yerler derin, bazı yerler alçak, rip akıntıları var. Motorun pervanesi çarpabilir, yürümez, dalgalar da seni devirir. Bu anlattıklarımın hepsini yaşadık geçmişte… Seyrede seyrede, araştıra araştıra öğrendik ve kendi imkânlarımızla en uygun teçhizatı edindik. Hatta eski patronlarıma söyledim, “Bana bu botu alır mısınız” diye… Onlar da sağ olsunlar, “Tabii Volkan” dediler. Güney Afrika’da bir arkadaşım vardı, bu botu getirdi. Halen onu kullanıyorum ben 17 senedir. İyi bakıyorum, o botu kullanıyorum ve her türlü havada da çıkıyorum denize… 

BEN JOHNSON’IN DÜNYA REKORU KIRDIĞI SENE, BENİM DERECEM SADECE 1 SANİYE FAZLASIYDI

* Devlet’in bir açığı bu… Ama Türkiye’de genelde sporculara değer verilmiyor.

Kesinlikle… Büyük bir açığı hem de… Çünkü Türkiye genelinde düşünürseniz, yüzbinlerce cankurtaran var. 

Spor konusuna gelince… Türkiye’de spor denince akla futbol geliyor. Geri kalan sporların hiçbir önemi yok maalesef. Ben de futbol oynadım. 6 yaşımda futbola başladım, askerlik dönemime kadar çok iyi bir kulüpte (isim vermeyeceğim) futbol oynadım. Türkiye’nin en iyi kulübünde atletizm yaptım. 100 metre koşuyordum, 100 metre engelli koşuyordum, 800 bayrak koşuyordum. Tekvando yaptım, kickboks yaptım, boks yaptım. Fakat dediğim gibi Türkiye’de spor dediğinizde sadece futbol var! Geri kalan sporların hiçbir önemi yok. 

Ben halen TRT1’de Olimpiyatlar’ı izliyorum. Fakat bütün kanalları aç, futbol futbol futbol… Evet, futbol da bir spor; ancak tenis de bir spor, sutopu da bir spor. Anlaşılmaz olan bu; spor denince neden sadece futbol konuşuluyor? Dünya’da böyle değil…

* Ben büyük paralar ile yapılan hiçbir sporu, spordan saymıyorum. Çünkü içerisinde büyük paralar ve dolayısıyla bahis var. Mesela atletizm, dağcılık, Dünya’nın en iyi sporları ama maalesef seyircileri yok.   

Muhtemelen aynı dönemde benzer sporları yapmışızdır. Ben Johnson’ın 1987 senesinde Dünya Rekoru kırıp dopingli çıktığı o yarışı hatırlar mısın? Ben o yıl, sadece 1 saniye farkla koşuyordum! Dünya Rekoru kırıldığında, ben o mesafeyi sadece 1 saniye farkla koşuyordum. Bu ne demek? Benim gibi bir atleti, Türkiye’nin kaybetmesi demek. Neden? Destek yok, değer verilmiyor, yatırım yapılmıyor. Bunlar olsa, belki de o yıllarda Dünya’daki yarışlarda Türkiye’yi temsil eden bir atlet olabilirdim 100 metrede. Hep Türkiye böyle diyoruz ama elbette bırakmayacağız peşini… 

EVİNİZDEN DENİZE EĞLENEREK GİDİYORSUNUZ. DENİZDEN EVİNİZE DE MUTLU DÖNÜN LÜTFEN

* Bize cankurtaranlık ile ilgili ve bu mesleğin geleceğiyle ilgili neler söylersiniz?

İlk önce halkımızın, kendini bilen insanların bu mesleğe, denize, orada görev yapan bütün arkadaşlara saygı duymasını istiyorum. Cankurtaranların değerini bilmelerini rica ediyorum ve onlara destek, yardımcı olmalarını istiyorum. Cankurtaranları hor görmemelerini istiyorum.  

* ‘Hor görmek’ kısmını biraz açabilir misiniz? 

Güzel okullarda okumuş, yüzme dersleri almış, maddi durumu yüksek olan bazı insanlar; orada insanların hayatını kurtarmak için görev yapan cankurtaranlara karşı ukâlaca tavırlar sergileyebiliyorlar. Maalesef böyle insanlar var. Fakat en temelinde konuya bakarsak; herkesin yaptığı iş ve uzmanlık alanı farklı. Dolayısıyla herkes, diğer işlere de, o işin uzmanlarına, emekçilerine de saygı duymalı. Siz bu dergide bir görev yapıyorsunuz ve ben size karşı bu konuda gerekli saygıyı gösteriyorum. Denize geldiğinizde de sizin bana saygı duymanızı beklerim, isterim. Benim hayat prensibimdir bu… Taksiye bindiğimde taksiciye saygı duyarım, muhasebeciye de, bilgisayar mühendisine de. Çünkü o iş, onun profesyonellik alanı… Bana gelip, “Ben bilmem ne komutanıyım, açılırım” diyenleri gördüm. Evet, sen bilmem ne komutanı olabilirsin ama denizde açıldığında bilmem ne komutanı olduğun için boğulmuyor musun?! Boğuluyorsun… Kötü cesaretten uzak durmak lazım.

Halkımız lütfen kontrollü bölgelerde denize girsinler… Bizler, cankurtaranlar olarak her zaman görevimizin başındayız. 2 ay da olsa, 3 ay da olsa, yıllar da geçse görevdeyiz. Biz bu işi gönülden yapıyoruz, severek yapıyoruz, hayatımızı ortaya koyarak yapıyoruz. Herkese kazasız belasız yaz ayları diliyorum. Kimse ağlayarak evine dönmesin. Evimizden denize nasıl eğlenerek gidiyorsak, denizden evimize de aynı mutlulukla dönelim. 

30 YILDIR AYNI BÖLGEDE ÇALIŞIYORUM VE ŞÜKÜRLER OLSUN Kİ HİÇ HAYAT KAYBETMEDİK

Şükürler olsun ki, çalıştığım bölgede 30 senede hiç ölümle biten bir boğulma olayı yaşamadık. Çok insan kurtardık. Kilyos kontrollü bölge ve birçok iyi cankurtaranımız var. Yıllardır tanıştığımız ve birbirimize destek olduğumuz arkadaşlarımız var. Telsizle haberleşiyoruz, birbirimize yardıma koşuyoruz. Ancak kontrolsüz bölgelerde çok boğulma olaylarına gittim ve maalesef çok fazla hayatını kaybetmiş vatandaşımızı denizden çıkarttım.   

En başta söylediğimi en sonda da söyleyeyim. Deniz aslında tehlikeli değildir, denizi tehlikeli hale getirenler maalesef bizler, insanlarımız. Kurallara uyulsa, cankurtaranlar dinlense; Karadeniz en iyi deniz aslında… En temiz, en hafif deniz Karadeniz… Kirli olmayan bir denizdir. Çünkü dalgalı olduğu için hiç kir barındırmaz. Kirlense bile 1 saat içinde pırıl pırıl görürsünüz Karadeniz’i… 

* Su, hiçbir pisliği barındırmaz. Önünde sonunda o pisliği atar içinden, temizler kendini. Son sözlerinizi alalım…

Haklısınız… Çok güzel bir meslek cankurtaranlık… Aşk ile yapıyorum. İnşallah yaşlanana kadar bu mesleği yapabilirim. 

SADECE DESTEKLENMEK İSTİYORUZ… BEN 30 YILLIK BİRİKİMİMİ VERMEYE HAZIRIM

* Kazasız belasız bir yılınız olsun. Başta olduğu gibi sonda da size teşekkür ederim röportaj için. Başarılarınızın devamını dilerim. Ama bence artık yumruğunuzu masaya vurma zamanınızın geldiğini de söylemeden geçemiyorum.

İyi dilekleriniz için teşekkürler… Masaya yumruk konusunda da şunu söyleyebilirim: Ufak ufak vuruyoruz! Desteklenmemiz şart… Bu konuda her türlü birikimimi de aktarmaya hazırım. Zaten gönülden yapıyorum, 30 yıldır hayatımı vermişim bu işe. Bu mesleğin gelişmesi için elimden geleni ardıma koymam. Ama bir kez daha bilinsin isterim ki; Bu iş belgeyle değil bilgiyle yapılabilir bir iş… 

* Volkan Şenol bey, umarım gelecek yıllarda yeniden röportajlar yaparız. Cankurtaranların feryadı diyebileceğim bu röportaj da umarım insanların eline geçer, sesinizi duyurmuş oluruz. Bizim hedefimiz bu camianın sesini duyurmak ve destek olmaktı. Ne zaman bir sıkıntı yaşanırsa da dergimiz sesinizi duyurmak için burada…

Ben teşekkür ediyorum. The Great WildLife ailesine de selamlar gönderiyorum. Yoğun, zor bir iş yaptığınız için hepinize büyük saygı duyuyorum. Allah hepimizin yolunu açık etsin.

Huzurlarınızda gerçek bir karakter oyuncusu: 1024 466 admin

Huzurlarınızda gerçek bir karakter oyuncusu:

Kurtlar Vadisi’nde KAMBUR TERÖRİST, Kertenkele’de MAFYA BABASI SOKRAT, Kırmızı Oda’da DOKTORLARIN HOCASI

LEVENT İNAL

Sorunlu bir okul hayatım oldu! Çünkü 80’lerden, hatta biraz daha öncesinden bahsediyorum. Anarşinin kol gezdiği, okumanın zor olduğu günlerdi. Bu ağır şartlar altında liseye kadar okuyabildim. Üniversite sınavına mecburen ileri yaşlarda girebildim...

Aybeniz Orhan Röportajı


Aybeniz Orhan: Bugün The Great WildLife dergisi için Levent İnal ile beraberiz. Tiyatro oyuncusu, sinema oyuncusu… Kendisine çok özel sorular yönelteceğiz ve aldığımız cevaplar ile çok tecrübeli bu usta oyuncuyu daha yakından tanıma şansı bulacağız.  Bakalım kendisini ne kadar sıkıştırabileceğiz! Levent Bey, öncelikle hoş geldiniz. Röportajımızın başında sizi biraz tanımak isteriz.

Levent İnal: Ben 1965 yılının 15 Temmuz günü Ankara’da dünyaya gelmişim. Yengeç burcuyum. Fazlasıyla da yengeç burcunun özelliklerini taşıyorum zaten. 

Gençlik dönemimde okul hayatımız devam ediyordu, ama sorunlu bir devamdı bu! Çünkü o dönemleri sizler de bilirsiniz. 80’li dönemlerden hatta biraz daha öncesinden bahsediyorum. Anarşinin kol gezdiği, okumanın zor olduğu günlerdi. Ben de bu ağır şartlar altında okumaya çalıştım bir yere kadar aslında! Liseye kadar okuyabildim. Üniversite sınavına ise ileri yaşlarda girebildim. İktisat Bölümü’nü kazandım, okudum ama yarıda bıraktım. Sonrasında Halkla İlişkiler’i kazandım, onu da yarıda bıraktım. 

Küçüklüğümden beri tiyatroya bir ilgim, meyilim vardı. O yıllarda konservatuvara girecektim, ama okulumdan dolayı oraya da gidemedim. Dolayısıyla konservatuvar okuyamadım, olmadı. Yani alaylı bir tiyatrocuyum ben.  Rahmetli Levent Kırca ile tanıştım ve tiyatro hayatım başladı böylece. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, çok severdim kendisini. Levent Kırca ile tanışıp tiyatroya ilk adımımı attığımda, takvim yaprakları 1990, 1991’li yılları gösteriyordu. Bir süre tiyatroda birlikte olduk. Ancak şartlar gereği tiyatroya bir süre ara vermek ve Ankara’da ticari işlerle uğraşmak zorunda kaldım. İki kez evlendim. İki ayrı eşimden iki tane çocuğum var; biri 24, diğeri 16 yaşında… 

“Filmlerde ve dizilerde genelde kötü adamları oynuyorum! Mafya babası oluyorum, sürekli kötülük peşinde koşan karakterleri canlandırıyorum. Oysaki değişik karakterleri oynamayı çok isterdim. Mesela akıl hastanesinde yatmakta olan bir deliyi canlandırmayı çok isterdim.”

Biraz önce de bahsettiğim gibi yıllarca ticaretle uğraştım. Ancak bu süreçte yine dizi, sinema işlerinde de yer aldım. Ticaret hayatımda çok büyük iflaslar yaşadım. Ülkenin ekonomik koşullarından dolayı yaşandı bu iflaslar. Büyük mal varlıklarımız elimizden gitti. Yaklaşık 10 sene önce her şeyi bıraktım ve Ankara’ya veda ederek İstanbul’a yerleştim. Çünkü dizi, sinema ya da tiyatro için Ankara’dan gidip gelmek çok zor oluyordu. 10 senedir İstanbul’dayım.

Doğa ve deniz… Beykoz’da ikisi bir arada! İstanbul’un her köşesi bir başka cennet…

İstanbul’da nerede oturuyorsunuz?

Şu an bana göre İstanbul’un en güzel yerinde, Beykoz’da oturuyorum. 

Tabii doğaya hakimsiniz. Gerçi İstanbul başlı başına bir cennet ama değerini ne kadar biliyoruz, o da ayrı elbette… Dünya’nın her yerini geziyoruz, gidiyoruz geliyoruz, ama görüyoruz ki İstanbul başka bir güzel…

Doğa ve deniz… Beykoz’da ikisi bir arada… Bu arada İstanbul için olan fikirlerinize de tamamen katılıyorum. Bu şehrin her köşesi bir başka güzel kesinlikle… 

İktisat’ı kazandım, yarıda bıraktım. Halkla İlişkiler’i kazandım, yarıda bıraktım. Küçüklüğümden beri tiyatroya ilgim vardı. O yıllarda konservatuvara da gidemedim. Levent Kırca ile tanıştım, mesleki yolculuğum başladı. Alaylı bir tiyatrocuyum ben.

Şu ana kadar kaç tane dizi, sinema filmi ve tiyatro oyununda görev aldınız? Hangi diziler, hangi sinema filmlerinde izledik sizi?

İnanın şu ana kadar o kadar çok işte görev aldım ki… Dizi olarak Kurtlar Vadisi var, Muhteşem Yüzyıl, Abdülhamit var. Arka Sokaklar’da zaman zaman görev aldım konuk oyuncu olarak. Kertenkele dizisinde rol almıştım. Orada iyi bir karakteri canlandırmıştım. ‘Sokrat’ diye bir mafya babasını oynamıştım. 55-60 bölüme yakın bir işti Kertenkele… Kırmızı Oda’da rol aldım. Çok güzel bir diziydi gerçekten. Oradaki rolüm kısa sürdü, çünkü senaryoyu değiştirmeleri gerekti. Ben orada Binnur Kaya’nın hocasını oynuyordum. Aynı zamanda kocasını tedavi edecektim. Ancak o dönem bir şeyler oldu ve senaryo değişti. Kırmızı Oda belki de hepimizin hayatlarından birer alıntıydı senaryo olarak. Gerçek bir hayat öyküsüydü.

Beyaz Karanfil diye bir dizim vardı. Şu an bir çırpıda aklıma gelenleri söylüyorum, umarım arada unuttuklarım olmaz! Türkler Geliyor diye bir sinema filmi çekilmişti. Orada görev aldım. İki Gözüm Ahmet filmi var. 

Gerçekten kaliteli işlerin ömrü, maalesef 5 haftayı geçmiyor. Çünkü reyting almıyor

Farklı bir konuya giriş yapalım. Sizce bugün Türkiye’de gerçek tiyatrocular ve gerçek dizi, sinema oyuncuları hak ettikleri gerçek değerlerini bulabiliyorlar mı?

Asla… Asla… Hepsi bir kenarlarda oturuyorlar. Çünkü Türkiye’de birtakım şeyler çok yer değiştirdi. Değerler, değer yargıları yer değiştirdi. Şu an insanlar, çok farklı değerlere meyil ediyorlar. Maalesef günümüz Türkiye’sinde gerçek tiyatrocular, gerçek dizi ve sinema oyuncuları, hak ettikleri gerçek değeri bulamıyorlar. Ne yazık ki Türkiye’de değerler çok değişti. 

Gerçekten kaliteli işlerin birçoğu, bir bakıyorsunuz beş bölüm devam ediyor ve beş bölüm sonra final yapmak zorunda kalıyor. Güzel işler maalesef izleyicisine ulaşamıyor. Neden, nasıl bilmiyorum ama gerçek bu… 

Türkler Geliyor diye bir sinema filmi çekilmişti. Orada görev aldım. İki Gözüm Ahmet filmi var. TRT’de çok güzel  drama-belgeseller yaptık. Birinde Gazi Osman Paşa’yı oynadım. Şu anda da TRT’ye‘Mükemmel Eşleşme’ adında bir dizi çekiyoruz…

İnsanlarımızın karakteri mi değişti? Entrikalar, mafyöz karakterler daha çok prim yapmaya mı başladı?

Değil, öyle değil… Aslında onlar da gerekli, olmalı… Çünkü o diziler de günümüzde yaşanan olaylardan kesitler sunuyor hepimize. 

Kurtlar Vadisi çok doğru bir diziydi. Ancak doğru mesajları almayı bilene…

Gerekli ama çok özür dileyerek söylüyorum. Şimdi Türkiye’de silah konusunda bu kadar çok konuşma yapılırken, bu kadar çok silahlı filmin, dizinin çekilmesi sizce doğru mudur? Ben de silah kullanan bir kadın olarak soruyorum bu soruyu size… Silah eğitimini aldığınızda elinizdeki bir aksesuardır, ama eğitimini almamış iseniz, bir cahilin eline geçtiğinde öldürücü bir unsur haline gelir. Bu tür dizileri, filmleri insanlar kendilerine model olarak, örnek olarak alıyorlar.

Bu açıdan baktığınızda elbette doğru değil tabii. Çekilmeli böyle diziler, ama bu kadar abartmanın bir anlamı yok birtakım şeyleri. Böyle dizileri, filmleri ve oradaki karakterleri insanların rol model olarak almaları elbette doğru değil. Bu biraz da cehaletten kaynaklanan bir durum belki de. 

Eğitimi yeterli olmayan kimi insanlar, işte bu tip karakterleri bir değer olarak kabul ediyorlar ve sonucunda hiç de istemediğimiz bir noktaya geliyoruz. Kabadayılık, silahla güç gösterisi gibi durumlardan etkilenen kesim de belli aslında. Bakıyorsunuz; iyi eğitim almış, belirli seviyelere gelmiş insanların elinde silah yok. Çünkü silah ile işi yok. Bu kesimin silahı, elindeki kalemi… Ama bakın, ne kadar çok cahil olan, cehaletin içinde hapsolmuş bir bölge varsa, orada böyle karakterler örnek alınıyor. 

İyi eğitim almış, belirli seviyelere gelmiş insanların elinde silah yok. Çünkü silah ile işi yok. Bu kesimin silahı, elindeki kalem… Ama bakın, ne kadar çok cahil olan, cehaletin içinde hapsolmuş bir bölge varsa, orada bütün kötü karakterler örnek alınır. 

Hatırlarsanız, geçmişte bazı diziler vardı. Hatta benim de içinde olduğum ve çok severek oynadığım Kurtlar Vadisi dizisini hatırlayın. O dizinin yayınlandığı saatlerde sokaklarda trafik biter, herkes evinde olurdu. O dönem için öyle bir iş gerekliydi bana göre… Çok doğru bir diziydi öncelikle. Ama belki de bu topluma biraz fazla geldi o dizi ve konusu. Çünkü cahil insanlar o diziyi, o konuyu, o karakterleri örnek aldılar ve sonuçları iç açıcı olmadı. Mesela o dönem okullara bakıyordun, liseli gençler siyah takım elbise giyiyor, çeteleşmeye başlıyorlardı. Lisedeki çocuklar sadece bu işin başlangıcıydı. O dizide yer alan bazı oyuncuların, Etiler’de silahla dolaştıkları bile söyleniyordu! Oynadığı karaktere kendini çok kaptırmışlardı. Bunun nedeni nedir, bilemiyorum. 

Bazı meslektaşlarım var, oynadıkları karakterin kişiliğine bürünüyorlar, rolden çıkamıyorlar!

Ben oynadığım bir karakterin içine girerim, oynarım ve orada kalır o karakter, sonra çıkarım. O roldür ve orada kalmalıdır. Fakat bazı insanlar var, bunu bünyesine sığdırıyor ve o kişiliğe bürünüyor, normal hayatında da aynı şekilde devam etmeye çalışıyor. Ben böyle insanları çok gördüm. Oynadığı karakterle özdeşleşen ve set dışında da aynı hayatı sürdürmeye çalışan insanları çok gördüm. Bana çok tuhaf geliyor bu durum.

Levent bey, gelecek ile ilgili planlarınızdan, hedeflerinizden bahsedebilir misiniz? İçinizde kalan bir şey var mı? “Ya bak! Keşke şunu da yapsaydım. Şu oyunda ben oynamalıydım, çok daha iyi oynardım” dediğiniz bir şey… İçinde olmayı çok istediğiniz ama olamadığınız bir proje?

Olmaz mı?! Var tabii… Şu an çok hatırlamıyorum ve zaten isim de veremem. Filmlerde ve dizilerde genelde kötü adamları oynuyorum! Mafya babası oluyorum, sürekli kötülük peşinde koşan karakterleri canlandırıyorum. Oysaki değişik karakterleri oynamayı çok isterdim. 

Ben, Allah’ın yüce adaletine çok güvenirim. Hep kendi doğru bildiğim yolda ilerlemek için mücadele ettim. Bu yaşıma geldim ve geriye dönüp baktığımda da doğru yolda yürümüş olduğumu görüyorum, hissediyorum.

Aslında görüntü olarak da kötü adamlara çok benzemiyorsunuz. Neden sizi sürekli bu tip karakterlerde kullandılar?

En başlarda birkaç kez oynadık böyle karakterleri. İyi oynadık ve başarılı olduk demek ki! Sonrasında da sürekli böyle adamları oynadım. İnsanlar da böyle tanıdılar beni! Fakat çok farklı karakterlerde de olmak isterdim. Mesela akıl hastanesinde yatmakta olan bir deliyi canlandırmayı çok isterdim. Çok orijinal karakterlerle de boy göstermeyi çok isterdim. 

Fakat Türkiye’de çok fazla yapılmıyor bu işler. Hep aynı diziler, hep aynı karakterler ve oyuncular da hep benzeri karakterleri oynuyorlar. Karakterlerin isimleri değişiyor ama konular hemen hemen birbirinin aynısı oluyor. Mekanlar değişiyor ama konular değişmiyor. Fakir kız, zengin oğlan gibi! Yeşilçam’ın devamı gibi aslında şu anda da sinema ve dizi dünyası… Üretemiyorlar, üretemiyoruz maalesef… Farklı senaryolar üretilmiyor.

Bütün kanallarda birbirinin kopyası konular, oyuncular ve diziler var…

Biraz da televizyon kanallarından kaynaklanıyor bu durum aslında… Çünkü klişe işler bu ülkede prim yapıyor ve bütün kanallar da bu yüzden birbirinin kopyası, alışılagelmiş klişe işlere önem veriyor. Çünkü seyirci, bu işlere takılıyor. Siz istediğiniz kadar çok farklı bir iş yapın, çok kaliteli bir yapım olsun. Ancak algısı az, izlenme oranları düşük olacağı için tutulmuyor. Çok rağbet görmüyor bu tür çalışmalar. Aslında çok farklı senaryolar yazan birçok insanımız var. Fakat dediğim gibi, izleyen kesimin istediği belli standartta diziler var ve onların haricindeki hiçbir programın yaşama şansı yok gibi… 

Mesela bizim de var kendi projelerimiz… Çok güzel projelerimiz var. Biraz önce sormuştunuz ya, ‘gelecekte yapmak istediğiniz neler var’ diye… İşte bu projeleri hayata geçirmek istiyorum. İnşallah yakın zamanda bir yapım şirketi kurarak kendi projelerimi kendim hayata geçirmek istiyorum. İnanıyorum ki, bu işlerle bu piyasada da yer edineceğiz. Vakti zamanı geldi artık… Çok mücadele de ettik bu konuda. Önümüze hep engeller çıktı, setler konuldu.       

Hayatımıza ‘digital medya’ girdi. Neftlix, Disney gibi. Bir boşluk vardı bu ülkede ve iyi yatırımcılar bu boşluğu görerek geldiler. Oradaki Türk dizilerinin izleyicisi çok fazla. Ancak bu dizileri televizyonda oynatamazsınız! Çünkü sansürlenirsiniz! 

Belki de doğru zaman değildi o dönemler… Şimdi zamanıdır ve çok başarılı olursunuz belki de… Bizler sürekli hayaller kuruyor, geleceği planlıyoruz ama Yaratan’ın bizim için kurduğu planlardır aslolan… 

İnşallah doğru zaman şimdidir! Hani bir söz vardır ya; İnsanlar plan yaparken, Allah yukarıdan gülermiş…

Çevremizde yanlış yola sapan ve hiç hak etmediği değerlere sahip çok insan var

Benim hayat felsefem bellidir. Birisi gitmek istiyorsa, bırakın gitsin. Bu işte de, arkadaşlıkta da, aşkta da, sosyal hayatımızda da böyle olmalı. Çünkü senin hayatına zarar verecekleri, çıkartıyordur Allah hayatından… Bir kişiye, bir ilişkiye körü körüne bağlanmak doğru değil diye düşünüyorum. Bizim inanmamız gereken tek şey, Allah’ın yüce adaleti...

Ben de Allah’ın yüce adaletine çok güvenirim. Ben hep kendi doğru bildiğim yolda ilerlemek için mücadele ettim. Bu yaşıma geldim ve geriye dönüp baktığımda da doğru yolda yürümüş olduğumu görüyorum, hissediyorum. Çıkarcılık yaparak yanlış yollara sapmadım. Fakat acı bir gerçek olarak şunu da söylemeliyim… Biz yanlış yollara sapmadık, ama çevremizde yanlış yollara sapanlar ve sonucunda hiç de hak etmedikleri değerlere ulaşan insanlar olduğunu da gördük. Belki de bundan sonrası bizim zamanımız olacaktır. Çünkü yapacağımız projelerle, halkımıza çok güzel mesajlar vereceğimize eminim.  Bizim sektörde hep aynı yerde dönüp duruyoruz. Aynı projelerin devamları, kopyaları ya da tıpatıp aynıları! Bakın, hayatımıza ‘digital medya’ girdi. Neftlix girdi, Disney girdi. Daha birçok firma artık hayatımızın içinde… Çünkü bir boşluk vardı bu ülkede ve iyi yatırımcılar bu boşluğu görerek direkt geldiler Türkiye’ye… 

Doğrusunu söylemek gerekirse, çok da güzel projelerle geldiler buraya hepsi de… Boş projeye de para yatırmıyorlar zaten!  

Kambur bir terörist rolündeydim. Polat Alemdar karakterine işkence yapan bir terörist… Bu diziden sonra bir başka projeye dahil olacaktım. Yönetmen, benim gerçekten engelli olduğumu zannetmiş! 

Neftlix demişken devam edelim o halde. Bakın; Türk filmleri, bu platformda inanılmaz rağbet görüyor. Oysaki o filmleri normal televizyon kanalları için çeksen izlemezler! 

Haklısınız… Fakat bu konuda bir önemli detay var: Sansür! Siz o filmleri, normal televizyon kanallarında yayınlayamazsınız. Sansürlenirsiniz! 

Sahtekârlar her yerde var. Anlamadığım, bizim insanlarımız neden inanıyorlar!

Zeytin Ağacı diye bir film izledim geçtiğimiz günlerde. Orada aile, soyağacı üzerinde fikir yürüten bir medyum mu, eğitmen mi biri var. O dizi sayesinde yoga uzmanı olduğunu söyleyen bütün sahtekârlar, astrolog olduğunu söyleyen sahtekârlar hepsi insanları dolandırmaya başladı. 

Maalesef böyle durumlar yaşanıyor bizim ülkemizde… Piyasada da bu bahsettiğiniz türden insanlardan çok var. Her şeyde olduğu gibi yine iş eğitime geliyor. Cehaletten kaynaklanıyor bu aldatmacalar da. Bunun yanı sıra denetleme de yok. Yetkili kurum ve kuruluşlar bu konularda denetlemeler yapsalar, belki de bu işin önüne geçebilirler. 

İnsanlarımız da inanmasınlar… İnanmasınlar bu sahtekârlara. Sonuçta aldatıldığını düşünen bu insanları da o sahtekârlara kimse zorla götürmüyor ki! İnsanların hayatlarında bazı boşluklar var ve bu fırsatçılar da o boşlukları dolduracak sahtekârlıkları çok iyi biliyorlar. 

İnsanlar bazı inançlarını yanlış yolla değerlendiriyorlar. İçlerindeki boşluğu yanlış şeylerle doldurmaya çalışıyorlar. Belki de tutunacak bir dal arıyorlar ama aradıkları dal bu değil elbette. Bu insanların hiçbiri, bir sahtekârın yanında olduğunun farkında bile değil belki de. Hiçbir donanımı yok, bilgisi yok ama insanların içlerindeki boşluğu dolduracak yalanlarla, yanlışlarla çıkar sağlıyorlar. İnsanlarımız da bu sahtekârların yanına giderek feyz almaya çalışıyorlar. Böyle bir şey yok! İnsan, kendinin doktoru olmalı. İnsanın belli hedefleri, belli ilkeleri olması lazım. Hedefleri ve ilkeleri olan insanlar; böyle sahtekârlara ihtiyaç duymazlar zaten. 

Şu an girin twitter ya da diğer sosyal medya platformlarına. İnanın bana kanınız donar, aklınız durur. O kadar çoklar ki! Şaka gibi yani… Aklım almıyor, bir film ile, bir filmden yola çıkarak insanlar nasıl bu kadar kolay sömürülebilir.

Yazık, vallahi yazık. Ben izlemedim o filmi… Söylediğiniz iyi oldu, en kısa sürede izleyeceğim. 

Sana ölmüşler değil, yaşayanlar lazım değil mi! Geçmişte hata varsa, o hatayı düzeltebilirsin

Ortalık aile dizilimi terapisti ile doldu. İnsanları müthiş kullanıyor ve inanılmaz miktarlar kazanıyorlar.

Allah Allah… Senin neyine aile dizilimi… Sana ölmüşler değil, yaşayanlar lazım değil mi! Eğer geçmişte bir hata varsa, sen o hatayı yaşamak zorunda değilsin. Tam aksine sen o hatayı düzeltebilirsin. Ben zaten çok kaderci bir yapıya sahip değilim. 

Elbette senin için yazılmış bir kader var. Ancak bu kaderi şekillendirmek de senin elinde… İyi olmak senin elinde, kötü olmak da senin elinde… Bir hatan varsa o hatayı düzeltmek senin elinde… 

Elbette… Aynen öyle… Tercihler ortada ve senin neyi tercih edeceğin, kaderini de büyük ölçüde değiştirir. Doğru tercihler yapmak için mücadele etmeli insan. 

Kurtlar Vadisi ya da Zeytin Ağacı gibi bir dizi, senin hayatına yön vermemeli yani… 

Tabii… Bakın ben oynadım. Kurtlar Vadisi de benim çok hoşuma giden, hiçbir bölümünü kaçırmadan izlediğim bir dizi… Çünkü o dizinin hikâyesinden çok şeyler aldık hepimiz de.. Ve ben insanları da biraz uyandırdığını düşünüyorum bu dizinin, bu hikâyenin… Uyandırdı ama elbette o dizinin, o hikâyenin içinden gerekli mesajları almasını bilene… 

Bunun dışında insanlar bu diziyi çok gerçekçi zannettiler. Daha doğrusu hayatlarına, yaşamlarının bir parçası gibi koydular. Oradaki bir karakter (Çakır) öldü, cenaze namazı kıldı insanlar! Dizide birileri öldürüldü, öldüren karakterleri sokakta görüp dövdüler! Döverek komaya soktular. Memati’yi öldüren arkadaşı bir dövdüler, çocuk bir hafta yoğun bakımdan çıkamadı. 

Benim oradaki karakterim Suriye’de bir grubun lideriydi. Esat’ın sağ koluydu. Kendini saklayan, yıllarca aranan bir terörist. Kambur bir terörist, kendini kambur olarak saklıyordu. Hatta Polat Alemdar karakterini alıp işkence yapan, sorguya çeken bir teröristi canlandırıyordum. Kadıköy’de bir gün yolda yürüyorum. Karşıdan üç tane iri kıyım adam geliyordu. Beni görünce durdular, ben de kaldım olduğum yerde tabii… İçimden ‘n’oluyor’ diyordum. O adamlar, karakteri çok sevmişlerdi. Geldiler ve bana sarıldılar. “Ağabey, seni çok beğendik dizide” dediler ve fotoğraf çektirmek istediler. Ben ilk etapta bana saldıracaklarını düşünmüştüm oysa! 

Çünkü izleyicilerin büyük çoğunluğunun kahramanı Polat Alemdar’dı ve ben de ona işkence eden teröristtim dizide. Geçmişte yaşananlar aklıma gelince korkmuştum elbette. Ancak sonuçta yaşananları görünce de gurur duydum. Demek ki oynadığım karakterin hakkını vermiştim ve güzel bir iş çıkarmıştım. Ve o adamlar da diziyi doğru izlemişlerdi sonuçta.

Bakın size bir anımı daha anlatayım. Bu diziden sonra bir menacer arkadaşım, beni daha farklı bir işe yönlendirdi. Yeni projede ‘Başhekim’ rolünü oynamam söz konusuydu. Görüntülerim yönetmene gitmiş. Yönetmen, “Arkadaş, bu adam bu role uymaz ki! Adam sakat yani sonuçta” demiş! Kurtlar Vadisi’ndeki görüntüleri izleyen yönetmen, benim gerçekten kambur olduğumu düşünmüştü. Yanındaki arkadaşlar, “Hocam yapmayın etmeyin. Adam o dizide rol gereği sakat” diyorlar. Demek ki o karakterin hakkını sonuna kadar vermişim diye düşündüm bu yaşanan olaydan sonra. Bir yönetmen bile benim dizideki gibi kambur olduğumu düşünüyorsa, o karakteri çok başarılı oynadığım söylenebilir elbette. Çok hoşuma gitmişti bu olay.

Kaliteli işlere prim verelim lütfen! Ve biraz da okuyalım, cahil kalmayalım

Kusura bakmayın, sizi biraz sıkıştırmaya çalıştım! Sonuçta çok güzel bir sohbet çıktı ortaya. Dergimize bir renk, bir ışık getirdiğinizi düşünüyorum. İnşallah hayatınız boyunca istediğiniz her şey önünüze hazır gelsin.  

Hepimiz için geçerli olsun bu güzel dilekleriniz. 

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum ve son sözü size bırakıyorum. Buyrunuz…

Günümüzde birçok değerler yok oldu. Bu değerlere sahip çıkalım. Sadece sinema sektöründe değil, hayatın her alanında, her konuda, her sektörde her şeyin en güzeline, en iyisine sahip çıkalım. O değerlere sarılalım. Kaliteli işlere prim verelim.. Ve mutlaka biraz da okuyalım… Okuyalım, cahil kalmayalım.  

Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp 1024 768 admin

Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp

Dekompresyon hastalığı, halk arasında ‘vurgun’ olarak bilinir. Dalgıçların derinlerden birdenbire yüzeye gelmesi ile ortaya çıkar. Bu nedenle, dalışlarda yüzeye yavaş gelme, gerekiyor ise dekompresyon durağı gibi kurallar vardır…

Esmeri Alev Ekebaş Yazdı


* Esmeri Alev Ekebaş:  Profesör Doktor Akın Akın S. Toklu, okurlarımıza kendinizi tanıtır mısınız?

Profesör Doktor Akın S. Toklu: 1963 yılı, Anamur doğumluyum. Çocukluk ve gençliğimden bu yana dalış meraklısıyım. Orta öğretimimi Antalya’da Aksu Öğretmen Lisesi’nde tamamladıktan sonra, ilk sene girdiğim sınavda hayalimdeki Denizcilik Yüksekokulu’nu ilk tercihime yazdım. Ancak o sınavda son tercihime girdim. Takip eden yılda, aynı okulu ikinci tercihime yazdım, ancak gene kazanamayıp bu sefer ilk tercihime girdim!

Hacettepe İngilizce Tıp’ta başladığım tıp eğitimimi, İstanbul Tıp Fakültesi’nde tamamladım. Mecburi hizmetimi Sivas, Gölova’da; askerlik hizmetimi II. Dağ ve Komando Taburu Tabibi olarak Hakkari’de tamamladıktan sonra kısa bir süre Isparta’da çalıştım. 1994 yılında, o zamanki adı ile Deniz ve Sualtı Hekimliği alanında Uzmanlık Eğitimi’ne başladım. Halen İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp AD’da Öğretim Üyesi ve Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapıyorum.

İLGİLİ SINAVI KAZANAN HEKİMLER 3 YILLIK UZMANLIK EĞİTİMİNE KATILMA HAKKI KAZANIRLAR

*Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp AD nedir?

Eski adı ile Deniz ve Sualtı Hekimliği, yeni adıyla Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp, tıbbın diğer branşları gibi bir uzmanlık dalı olup, istemeleri halinde Tıp Fakültesi’ni bitirmiş hekimlerin gerekli sınavda yeterli başarıyı sağlayarak üç yıl süren Uzmanlık Eğitimi’ne katılabilecekleri bir alandır. Bu uzmanlık alanı, dalgıçların ve basınç altında çalışanların muayeneleri, dalışa bağlı ortaya çıkan sağlık sorunlarının tedavisi, dalış ya da basınç altında olmakla ilgisi olmayan bazı hastalıkların tedavisi için basınç odasında uygulanan hiperbarik oksijen tedavisi ile ilgilenmektedir.

Emboli; damarlar içerisinde tıkanıklığa neden olabilen pıhtı, yağ parçacıkları ya da gaz kabarcığı gibi bir oluşumun yer almasıdır. Arteriyel gaz embolisi; atardamar içinde gaz kabarcığı bulunması demektir

* Dekompresyon hastalığı nedir?

Dekompresyon hastalığı, halk arasında ‘vurgun’ olarak da bilinen, çevre basıncının aniden düşmesi ile vücutta çözünmüş olan nitrojen ya da başka bir inert gazın, dokularda ya da dolaşımda kabarcıklar oluşturması sonucu ortaya çıkan hastalıktır.

Bu durum, havacılarda, kabin basıncı ayarlanamayan hava araçları ile aniden irtifaya çıkmakla ya da dalgıçların derinlerden birdenbire yüzeye gelmesi ile ortaya çıkar. Bu nedenlerden, dalışlarda yüzeye yavaş gelme, gerekiyor ise belirli derinliklerde inert gazı atmak için bekleme (dekompresyon durağı) gibi kurallar vardır.

Dalış eğitimlerinde ilk öğretilen altın kural: ‘Asla nefes tutma’dır

* Arteriyel gaz embolisi nedir?

Emboli demek; damarlar içerisinde, normalde bulunmaması gereken, damarların tıkanmasına da neden olabilen, pıhtı, yağ parçacıkları ya da gaz kabarcığı gibi bir oluşumun yer almasıdır. Arteriyel gaz embolisi; atardamar içinde gaz kabarcığı bulunması demektir. Bu durum, bazı dalış kazalarında görülebilir. Gazın kaynağı, akciğerlerdir. Akciğerlerde, solunan gazın genişlemesi ve basınç artışı, akciğerleri oluşturan baloncuk şeklindeki alveolleri yırtacak düzeyde olur ise; gaz, alveol dışına çıkabilir. Bazen de alveol çevresindeki damar içine girebilir. Buradan kalbin sol tarafına giden kabarcık, vücudun herhangi bir yerindeki damarı tıkayabilir ve bazen hayatı da tehdit edebilen durumlar söz konusu olur.

Bir kişi dalmak istiyorsa… Herhangi bir zamanda bilinç kaybına neden olabilecek bir hastalığı; akciğer veya kalp rahatsızlığı ve dokularında hava hapsine yol açabilecek bir durum söz konusu olmamalı

kciğerlerin bu şekilde hasar görmesi (akciğer barotravması), özellikle sualtında soluma aygıtı kullanılan dalışlarda, çıkış esnasında soluk tutma ya da hızlı çıkışla çevre basıncı sonucu akciğerlerde genişleyen gazın dışarı atılmaması sonucu oluşur. Akciğer barotravmasını önlemek amacı ile dalış eğitimlerinde ‘asla nefes tutma’ altın kuralı, ilk öğretilenlerden birisidir.

 

COVID-19 GEÇİRMİŞ DALICILARA ADRES “sualtindasaglik@outlook.com”

* Covid-19 geçirenlere tüplü/tüpsüz dalış için önerileriniz var mı?

Kendilerine, bir Sualtı Hekimi’ne giderek, hastalığın dalışta riskli bir etkisi olup olmadığı yönünde fikir almalarını öneririm. Biz, Covid-19 geçirmiş dalıcıların, dalışa uygunluğunu değerlendirmek için bir çalışma başlattık. Bu çalışma kapsamında, Covid-19 geçirmiş dalıcılar, bize, ‘sualtindasaglik@outlook.com’ adresine mail atarak irtibat bilgilerini gönderirler ise kendileri ile iletişime geçiyoruz.

Sosyal medyada önerebileceğim platform: ‘Sualtında Sağlık’ Facebook Grubu…

* Tavsiye ettiğiniz kitaplar var mı? Sosyal medya üzerinden size ulaşılabilecek bir platform var mı?

Türkçe yazılmış kaynak olarak Sualtı Hekimi meslektaşlarımız tarafından yazılan ‘Eğitmenler İçin Dalış Sağlığı’; İngilizce kaynak olarak da birçok kitabın yanı sıra, benim Profesör Doktor František Novomeskı ile birlikte yazdığım ‘Fundemantals of Diving Medicine’ kitabını önerebilirim. Sosyal medyada önerebileceğim bir platform olarak da ‘SUALTINDA SAĞLIK’ Facebook Grubu’nu önerebilirim. Burada, dalış sağlığı konusunda özet paylaşımlar yapılmaktadır.

Kendilerine, bir Sualtı Hekimi’ne giderek, hastalığın dalışta riskli bir etkisi olup olmadığı yönünde fikir almalarını öneririm. Biz, Covid-19 geçirmiş dalıcıların, dalışa uygunluğunu değerlendirmek için bir çalışma başlattık.

Riskleri minimuma indirmek için, dalış öncesinde iyi eğitim şart

* Dalış kazalarını önlemek ya da en aza indirmek için önerileriniz nelerdir?

Dalış, farklı fiziksel koşullarda gerçekleştirildiği için bünyesinde bazı riskler taşır. Bu riskleri minimuma indirmek için, dalış öncesinde iyi eğitim gerektiren bir aktivitedir. Bu nedenle, dalışa başlayacak kişilerin mutlaka iyi bir eğitimden geçmesini öneririm.

Ancak yine da dalış kazaları görülebilmektedir. Önemli olan bu kazalardan ders çıkarılması ve benzer kazaların tekrar etmemesi için önlem alınmasıdır. Hastalık ya da ölümle sonuçlanan kazaların büyük bir bölümünün, alınacak önlemler ile engellenebilir olduğu bilinen bir gerçektir. Her türlü kazada olduğu gibi dalış kazalarında da alınacak önlemlerin belirlenmesi, kazanın ortaya çıkışında etkili faktörlerin ortaya konulması ile mümkün olacak ve benzer kazaların tekrarlanmamasına katkıda bulunacaktır. Yine bizim başlattığımız bir çalışmada; ülkemizde gerçekleşmiş dalış kazaları ile ilgili veri toplamak, bu verilerin değerlendirilmesi ile de söz konusu kazaların ortaya çıkmasında etkili faktörleri tespit etmek amaçlanmıştır. Böylece, benzer kazaların yaşanmaması için alınacak önlemler ortaya konulabilecektir. Çalışmaya katılmak isteyen dalıcılar, ‘SUALTINDA SAĞLIK’ Facebook Grubu’ndan çalışma hakkında detaylı bilgiye ulaşabilirler.

Avrasya Projesi’nde dalgıçlar, 108 metre derinlikteki basınca eşdeğer basınç altında çalıştılar. Bu basınçta, narkotik etkisi nedeni ile hava solunamadığı için karışım gaz soludular. Günlerce, basınç odasında yaşadılar, orada uyuyup orada beslendiler. Basınç odasından çıkabilmeleri yaklaşık beş gün sürüyordu.

Avrasya Projesi’nde dalgıçlarımız hava değil karışım gaz soludular

* Sanırım siz Avrasya Tüneli çalışmasına da katıldınız. Bu proje ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyim?

Avrasya Projesi, ülkemizde bir ilk, Dünya’da ise ilklerden birisi olan bir proje… Bildiğiniz gibi Boğaz’ın altından, deniz yatağının da altından geçen, iki kıtayı otoyol ile birbirine bağlayan bir proje…  Bu proje çalışmalarında, ülkemizde ilk defa ‘satürasyon dalışı’ gerçekleştirildi. Dalgıçlar, 108 metre derinlikteki basınca eşdeğer basınç altında çalıştılar. Bu basınçta, narkotik etkisi nedeni ile hava solunamadığı için karışım gaz soludular. Dalgıçlar; günlerce, basınç odasında, basınç altında yaşadılar, orada uyuyup orada beslendiler. Basınç odasından çıkabilmeleri yaklaşık beş gün sürüyordu.

Bir sağlık sorunu halinde hemen dışarı çıkamayacakları için içerideki dalgıçların çok sağlıklı olmaları gerekiyordu. Bu nedenle bu dalgıçları, İstanbul Tıp Fakültesi, Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp AD’da çok sıkı bir sağlık muayenesinden geçirdik. Dalgıçlar satürasyonda iken, çalışma bölgesinde herhangi bir sağlık sorunu yaşanma ihtimaline karşın, 7/24 Sualtı Hekimi bulundurduk. Şükür ki ciddi bir sağlık problemi yaşanmadan proje hayata geçirildi.

* Yanıtlarınız için teşekkür ederim. Fotoğraflarınızı da kullanma izni verir misiniz?

Evet, veririm…

Kamp Karavan ve MTB 1024 684 admin

Kamp Karavan ve MTB

Maceraya karavan ile başladıktan sonra, kamp yerinden itibaren MTB dağ bisikletiyle devam ediyoruz. Yani 4 tekerlekle başlayan outdoor keyfi, 2 tekerlekle devam ediyor. Tasarımcı Sunlight, Cliff modelinde dağbisikleti kullanıcılarına uygun çözümler sunuyor.

Hırant Kasapoğlu Yazdı


Alman motokaravan tasarımcısı Sunlight, kamp, karavan ve macerayı tek bir çatı altında buluşturan firmalardan. Bu nedenle geliştirdiği tüm modellerde, maceranın peşinden gidenlere hitap eden bir özellik sunmayı başarıyor.
Sunlight’ın son sergilediği modellerden biri de, ülkemizde de bilinen minibüslerden olan Ford Transit şasisi üzerine tasarladığı Cliff 4×4.
Cliff 4×4, sadece bir macera karavanı değil, adına yakışır bir Adventure Edition versiyona da sahip. 4 tekerlekten çekişli Ford Transit, 5,99 m uzunluğa, 170 HP’lik bir dizel motora, tenteye, çerçeveli pencerelere, 16 inç siyah jantlara ve 70 lt’lik bir buzdolabına sahip. Sadece otomatik şanzıman opsiyonel. 68 bin 500 Euro’luk Almanya fiyatına siyah renkli şık bir iç tasarım da dahil.
Sunlight, bu modelin iç tasarımını da macera ekipmanlarını taşımaya uygun olarak dizayn etmiş. Örneğin iç mekanda arka yatak katlandığında, burada bisiklet veya enduro motosiklet taşıyabiliyorsunuz.
Adventure Crew isimli bir macera ekibi de kuran ve profesyonel sporculardan danışmanlık alan Sunlight, dağ bisikleti kullanıcıları için, 10 maddelik bir kamp karavan rehberi de hazırlamış. Sunlight’ın kampçılar için önerileri şu şekilde…

1. SELAM VERİN
Otobüs şoförleri birbirlerine selam veriyor, kamyon sürücüleri de bunu yapıyor, hatta motosikletçiler de birbirleriyle selamlaşıyor. Aynı hobi etrafında toplanan kampçılar da bunu yapabilirler. Yoldaki diğer karavan sürücülerini selamlarken garip hareketler yapmayın veya selektör farlarını kullanmayın, bunun yerine başınızla veya elinizle nazik mimikler yapın, hatta gülümseyin. Korna, sinyal ve farları kullanmayın, bu yoldaki diğer sürücüleri şaşırtabilir.

2. YASALARA SAYGILI OLUN
Avrupa’da özel kamp alanları dışında, tehlikeli bir arazide park etmek ve geceyi geçirmek yasal değil. Sürüş sırasında dinlenmek için birkaç saatliğine veya tüm gece boyunca kenara çekmek, kamp yapmak anlamına gelmez. Bu nedenle uygun olmayan yerlerde, karavanın ilave parçalarını açıp kapladığı alanı genişletmeyin. Asıl hedeflediğiniz kamp alanına kadar sabredin.

3. MESAFE BIRAKIN
Yoğun tatil dönemlerinde kampçıların sayısının da yoğunlaşacağını göz önüne alın. Park ettiğinizde komşu kampçılarla belli bir konfor mesafesi bırakın. Bazı ülkelerde en az 3 metrelik bir mesafe zorunludur.

4. RAHATSIZ ETMEYİN (DND)
Toplum içerisinde, normal hayatta olduğu gibi, kamp yaşamında da komşularınızı rahatsız etmeyin, gürültü üretmeyin, kapıları çarpmayın, çevreye yüksek sesle müzik yayını yapmayın. Birçok kamp yerinde gürültü regülasyonları vardır.

5. ARAÇTAKİ CAN DOSTLARI
Avrupa’da birçok dağ bisikleti meraklısı, kamp için yola çıktılarında yanlarına köpeklerini de alırlar. Tenha bir kamp yerinde kalıyor bile olsanız, komşularınızla tanışın ve köpeğinizle birlikte olduğunuzun bilgisini verin. Yemek saatlerinde köpeğinize dikkat edin, komşularınız yemeklerini hayvanlarla paylaşmak istemeyebilir. Kamp alanında veya kırsalda, köpeğinizin doğaya bıraktığı dışkıları temizleyin.

6. KENDİ ÇÖZÜMÜNÜZÜ GELİŞTİRİN
Birçok kamper minibüsünde tuvalet bulunmaz ancak bu durum sizi durdurmamalı. Karavan tasarımcılarından birçok sürdürülebilir çözüm tedarik etmek mümkün.

7. ÇEVREYİ TEMİZ TUTUN
Bir numaralı kural; çevreyi bulduğunuz gibi bırakın. Ürettiğiniz çöpleri toplayıp uygun noktalara bırakın veya yanınıza alın. Meyve kabukları organik olabilir ama yine de ormanda bırakılmamalıdır.

8. ÇAMUR VE BİSİKLETÇİLER
Karavanda bir su hortumu bulunması işe yarayabilir, hatta dağdaki sürüş sırasında kirlenen bisikletinizi de bununla yıkayabilirsiniz. Ama her zaman suyun başkalarına olan etkisini de göze alın. Kamptaki komşularınız ıslanan ve çamurlanan topraktan hoşlanmayabilir.

9. ATEŞ YAKMAYIN
Akşam yemeği hazırlığı için güzel bir barbekü mü yoksa küçük bir ateş mi iyi gider? Kesinlikle hayır! Açıkta yakılan ateş birçok ülkede yasaktır ve aynı zamanda tehlikelidir. Kamp alanı yöneticisine, neye izin verildiğine dair danışın.

10. YEREL EKONOMİYİ DESTEKLEYİN
Birçok kampçı, kendi yiyeceklerini de şehirden çıkış yaparken, yanlarında getirir ve kamp bölgesinde çok az harcama yapar. Ziyaret ettiğimiz bölgedeki yerel halka saygı duymalı ve onlarla iletişime geçmeliyiz. Esnaftan yerel yiyecekler satın alabilir, bir restoranda yemek yiyebilir veya internetten sipariş etmek yerine yerel bisiklet tamircisinden ihtiyacımız olan bir aksesuarı satın alabiliriz.

Anadolu Vaşağı 1024 684 admin

Anadolu Vaşağı

 

Bir yandan çayımı yudumluyor, diğer yandan tam karşımdaki geyikleri izliyordum. Bir anda geyiklerin bulunduğu bölgeden, daha önce hiç duymadığım bir ses yükseldi. Bir ürperti ve heyecan belirdi içimde… Sonra, Vaşakların çiftleşme dönemi olduğunu hatırladım.

Avcılık, Emre Seyhan Yazdı


‘Doğa ve Yaban Hayatı’ fotoğrafçılığımın yaklaşık olarak 10. yılındayım… Bu 10 yıl içinde belki de en çok heyecanlandığım anı paylaşacağım bu yazıda sizlerle… 2022 yılı Nisan ayının bir cumartesi günü, yine yaban hayvanlarını görmek ve onları fotoğraflamak için Ankara Beypazarı dağlarına gidiyordum. Alana ulaştığımda kısa bir gözlemden sonra, 4 dişi birey Kızıl Geyik gördüm ve onlara doğru yaklaşmaya çalıştım. Aradaki mesafeyi kapatıp gözleme başladım. Geyik sürüsü tam karşımdaydı; 50 metre – 100 metre ilerimde, bahar çiçekleri ile besleniyorlardı. Kıştan çıkan geyikler, taze otlara kendilerini kaptırmış durumdaydı ve benim alanda olduğumun farkında bile değillerdi. Doğal olarak çok rahat hareket ediyorlardı.

Keyifle geyikleri izlerken, hayatımda ilk kez duyduğum o sesle irkildim…

Fotoğraf işlemi bittikten sonra, artık olayın keyfini çıkarmak için hafif soğuk havada bir yandan kendime çay yapıyor diğer yandan da onları izlemeye devam ediyordum. Ortam; hafif çam ağaçları ve bol meşe ağaçları bulunan, 1000 metre rakım yüksekliğe sahip, kuş sesleri ile cıvıl cıvıl bir bölgeydi.

Çayımı yudumlarken, tam karşımda olan geyiklerin bulunduğu bölgeden, daha önce hiç duymadığım bir ses yükseldi. Bir ürperti ve heyecan belirdi içimde… Sonra, ‘Vaşak’ların ‘çiftleşme dönemi’ olduğunu hatırladım. Evet, evet… Bu ses, bu miyavlama sesi, bir erkek vaşağın çiftleşme amaçlı sadece bu dönemde çıkardığı bir sesti. Yaklaşık 5 dakika sonra, aynı ses bir kez daha yükseldi ağaçların arasından.

Yaklaşık 2 kilometre ilerledikten sonra, orman içerisinde bir patika buldum. Bu patikada domuz, kurt, geyik ve ayı izleri ve dışkıları olduğunu gördüm.

Kesinlikle onu göreceğimi düşünüyordum. Ancak o, kendisini bana göstermiyordu

Büyük bir heyecanla, alanda bu güzel kediyi aramaya başladım. Ses, o kadar yakından geliyordu ki, kesinlikle onu göreceğimi düşünüyordum. Fakat vaşak, bir türlü kendini bana göstermiyordu. Heyecanlı tavırlarım, geyiklerin de dikkatini çekmişti. Beni gördükleri gibi alandan uzaklaşıp gözden kayboldular. Bu telaş, vaşak sesini de ortamdan alıp götürüyordu. İlk kez bir vaşak ile aynı ortamda olduğumu hissetmek bile inanılmaz bir duyguydu benim için. Daha sonra birkaç geyik fotoğraflayıp günümü tamamladım.

Aradan yaklaşık 3 ay geçmişti. Sıcak bir temmuz günüydü. Akşam üzeri karşılaşacağım sürprizden bihaber, ekipmanlarımı arabaya koyarak farklı bir bölgeye doğru yola çıktım. Hava çok sıcaktı, güneş tam tepemdeydi. Ben de bu zamanı yolda geçirerek, güneş ışınlarının biraz daha batıya yatmasını ve etkisini kaybetmesini düşünerek yol alıyordum.

Gitmek istediğim bölgeye ulaştığımda, saat 13.30 civarlarındaydı. Gittiğim alan ise 1506 metre rakımdaydı. Sırt çantamı, kameralarımı ve fotoğraf makinamı hazırlayıp; ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım.

Normal bir kediden 5-6 kat daha fazla ağırdır. 80-130 santimetre boy uzunluğu, 50-75 santimetre omuz yüksekliği vardır. Kuyrukları kısa ve kuyruk uçları siyah renklidir. Kuyruk uzunluğu 10-25 santimetre arasındadır. Kulakları dik ve uzundur, kulak uçlarında siyah tüyler bulunmaktadır.

Patikaya ‘fotokapan’ koydum. Hangi türlerin geçtiğini rapor edecektim

Yaklaşık 2 kilometre ilerledikten sonra, orman içerisinde bir patika buldum. Bu patikada domuz, kurt, geyik ve ayı izleri ve dışkıları olduğunu gördüm. Patikaya 1 adet ‘fotokapan’ koyarak hangi türlerin geçiş yapacağını daha net görebileceğimi düşündüm.

Bulunduğum bölgenin zirvesine doğru yola devam ediyordum. Daha önce bölgede keşif yaptığım için, orman içerisinde yaban hayvanları için bir su çeşmesi olduğunu biliyordum. Bu çeşmede kısa bir mola verdim. Birkaç dakika sonra arkamı döndüğüm anda, açıklık alanın tam ortasında bir objenin, iri gözleri ile bana baktığını gördüm. Üzerinde benekleri, sivri kulakları ve kulak uçlarında siyah tüyleri olan bir kediydi… Vaşak’tı bu…

Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Sakinleştim ve hızla deklanşöre bastım…

İlk kez göz göze gelmiştik. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Heyecanımı kontrol ederek, çok yavaş hareketler ile fotoğraf makinamı ona doğrulttum ve deklanşöre basmaya başladım. Çok az zamanım olduğunu biliyordum ve 8 kare fotoğraftan sonra vaşak, ormanın içine koşarak kayboldu. İşte bu güzel fotoğrafın kısaca hikayesi böyleydi. Hayatımda yaşadığım en heyecanlı ve unutamayacağım günlerden biri olmuştu ve geriye işte bu harika fotoğraf karesi kalmıştı. Bu fotoğraf; aynı zamanda Türkiye’de ‘en iyi vaşak kategorisi’nde ilk üç fotoğraf arasında olan bir fotoğraf karesidir.

VAŞAK Kedilerin özellikleri

Fiziksel özellikleri
* ‘Kedigiller familyası’nın Avrasya’da en yaygın olan türlerinden bir tanesidir.
* Yaşamış olduğu coğrafya ve iklime göre, birçok değişken vücut şekli, renk ve kürke sahiptir.
* Mevsim geçişlerine göre renklerini, tüylerini ve kürklerini değiştirip; zorlu kış ve yaz şartlarına hazırlanırlar.
* Normal bir kediden 5-6 kat daha fazla ağırlığa sahip olan vaşaklar, 12-30 kilogram arası ağırlığa sahiptirler. Bu ağırlıklar erkek ve dişilerde farklılıklar göstermektedir.
* 80-130 santimetre boy uzunluğu, 50-75 santimetre omuz yüksekliğinde vücut ölçüleri vardır.
* Kuyrukları kısa ve kuyruk uçları siyah renklidir. Kuyruk uzunluğu ise 10-25 santimetre arasında değişmektedir.
* Kulakları dik ve uzun olup, kulak uçlarında siyah tüyler bulunmaktadır.

Hangi bölge ve iklimde yaşarlar?
* Vaşaklar, çöl iklimi haricinde hemen hemen her coğrafik bölgede hayat sürdürebilmektedir.
* Deniz seviyesinden 3 bin metre rakıma kadar olan yüksekliklerde görülebilirler.
* Ülkemizde İç Anadolu, Akdeniz, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz bölgeleri en fazla ve sık görüldükleri bölgelerdir.
* Vaşaklar, ülkemizin en hızlı koşan memeli ve avcı türleri arasında ilk sırada yer almaktadır. İyi bir dağcı olması haricinde, mükemmel bir yüzücü olma özelliğine de sahiptir.
* Vaşaklar insanlardan uzak durmak istediği için gündüzleri çok fazla göz önünde bulunmazlar. Akşam karanlığının çökmesi ile sabah tan vakti arasındaki zaman diliminde çok aktiftirler.

Nasıl beslenirler?
* Çok hızlı, çevik ve boyutuna oranla güçlü bir yırtıcı olup, kendisinden 10 kat büyük bir geyiği bile avlayabilirler.
* Besin zincirinin en tepesinde yaban tavşanı bulunur.
* Bununla beraber kemirgenler, sürüngenler, bütün kuş türleri ve memeli türlerini avlamakta profesyonel bir avcıdırlar.

Nasıl ürerler?
* Belirli bir bölgesi olan vaşaklar, tüm hayatlarını bu bölge içerisinde geçirirler. Bu durum, başka bir vaşak tarafından yerinden kovulma ya da çiftleşme döneminde farklılık gösterebilir ve bölge dışına çıkıp kendisine eş arayabilirler.
* Çiftleşme dönemi ocak-mart ayları arasında olur.
* Dişi vaşağın gebelik süresi yaklaşık 70 gün civarındadır ve 1-3 birey arasında yavru dünyaya getirebilirler.
* Yavruların anneden ayrılma zamanı ise annenin kendisini tekrar çiftleşmeye hazır hissetmesine kadar geçen süredir. Bu süre 1-2 yılı bulabilir.
* Dişi vaşaklar erkeklere göre daha çabuk erginleşirler ve 20 aylıkken çiftleşmeye hazır olurlar. Erkeklerde ise bu süre, 30-35 ay kadar zaman almaktadır.

Anadolu’dan Atayurduna: MOĞOLİSTAN 1024 684 admin

Anadolu’dan Atayurduna: MOĞOLİSTAN

Çok tercih edilmeyen bir coğrafya olduğu için yalnızca iki alternatif uçuş var; biri Moskova aktarmalı Rus Hava Yolları ile, diğeri de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek aktarmalı Türk Hava Yolları ile. Biz THY‘yi seçtik. Bu uçuşta Bişkek’de 12 saat bekleyeceğimiz bir aktarma yapmamız gerekiyordu.

Esmeri Alev Ekebaş Yazdı


Sınır Tanımayan Dağcılar Spor Kulübü’nün Başkanı Ethem KURUÇAY ile STD üyeleri ile Moğolistan’a yaptıkları gezi hakkında konuştuk. 3000 km yol yaptıkları gezinin büyüleyici yanları, Orhun Vadisi, Orhun Yazıtları, Dukha Türkleri, Altay Dağlarının göründüğü kadar sert olması, kuşların efendisi kartalın kutsallığı, yemek ve göçebe kültürünü konuştuk.

* Esmeri Alev EKEBAŞ: Sayın Ethem Kuruçay, Sınır Tanımayan Dağcılar Spor Kulübü’nün başkanısınız. Bize, kendiniz ve kulübünüz hakkında bilgi verebilir misiniz?

Ethem KURUÇAY: Bana bu şansı verdiğiniz için teşekkür ederim. Ben, emekli olmuş, ama çalışmaya devam eden bir Veteriner Hekimim. Doğa sevdalısıyım, iki yıldır da üyesi olmaktan gurur duyduğum kulübüme Başkan olarak hizmet vermekteyim. Bizler, her hafta, Bursalılar olarak, sahip olduğumuz en önemli değerlerden biri olan Uludağ’ımızın farklı rotalarında doğa yürüyüşleri yapıyoruz. Bunlara ilave olarak da hem ülkemizin hem de dünyanın farklı coğrafyalarında etkinlikler düzenliyoruz. Dağcılık Federasyonu’na üye, federe bir kulübüz.

* Türkiye’nin ve dünyanın farklı coğrafyaları dediniz. Bize, ülkemizde çıktığınız dağlar ile dünyada hangi ülkelerde faaliyet yaptığınızı söyleyebilir misiniz?

Ülkemizin neredeyse tüm dağlarına kulüp olarak gittik ve zirvelerine çıktık. Ağrı Dağı, Kaçkarlar, Erciyes, Kaz Dağları, Süphan, Hakkari’nin dağları, Torosların farklı zirvelerini bunlardan birkaçı olarak söyleyebilirim. Asıl kulübümüzü farklı kılan, dünyanın farklı coğrafyalarında faaliyetler düzenlemiş olmamızdır. Bunlar; Gürcistan’ın Kazbek Dağı, Fas’ın Atlas Dağları, Peru’nun And Dağları, Nepal’in Everest Ana Kampı, Tanzanya’nın Kilimanjaro Dağı, Moğolistan’ın Sayan Dağlarına bağlı Mönkh Saridağ Dağı gibi.

* Sınır Tanımayan Dağcılar olarak dünyanın birçok coğrafyasına gitmişsiniz. Bu sefer niçin Moğolistan’ı tercih ettiniz? Sizi oraya çeken neydi? STD üyeleri ile 3000 km yol yaparak Moğolistan’a gezi düzenlemiştiniz. Bursa’dan Moğolistan’a gidişiniz için “Anadolu’dan Atayurda ziyaret” dediniz. Bu gezi kararınızı, size eşlik eden arkadaşlarınızı ve amacınızı anlatır mısınız? Böyle bir faaliyeti kulübünüzden kaç lisanslı sporcu ile yapmayı planladınız? Bizlerle isimlerini paylaşır mısınız?

Muhtemelen bizi oraya çeken; Moğol kültürünü yakından tanımak, hatta onlar gibi doğal ortamlarda, bozkırlarda yaşamak diyebilirim. Bunun yanında, bütün faaliyetlerimizde olduğu gibi asıl hedefimiz, yüksek bir dağa çıkmayı ve Moğolistan’a özel ne varsa gidip görmeyi ve bilmeyi istemekti.

Bunun için faaliyet öncesi kulüp üyelerimizden talep topladık ve istek gösteren 11 arkadaşımızla çıktık yola:

Türkiye’de, Suriye sınırındaki Rus uçağını düşürme olayı daha yeni olmuştu ve Ruslar Türklere karşı çok kızgındı. Rus makamları; Bu dağın Rusya tarafından Rus dağcılar da tırmanırsa, sizler de tırmanıp zirvede bayraklarınızı açarsanız sıkıntı çıkar. bahanesiyle bizi oyaladılar…

* Moğolistan dünyanın bize göre oldukça uzak bir noktası. Buraya faaliyet düzenlemek zor olmadı mı? Bildiğim kadarıyla tur şirketleriyle bile gitmenin neredeyse imkânsız olduğu bu coğrafyaya nasıl gittiniz?

Çok haklısınız. Nasıl gideceğimiz konusunda baştan biz de zorlandık. Ama yoğun bir arayış içerisine girdik ve Başkonsolosluk, Büyükelçilik, Dış Ticaret Müşavirliği, TİKA, oradaki ticari Türk işletmeleri ve daha önce oralara seyahat etmiş Türklerin sosyal medya adresleri gibi yazılabilecek veya yardım istenebilecek aklımıza neresi geldiyse yazdık, mail attık. Somut olarak yalnızca Dış Ticaret Müşavirliği aracılığıyla, Türkiye’de üniversite okumuş beş Moğol vatandaşının mail adreslerine ulaşmak bizim için bir çıkış yolu doğurdu. O beş kişiden biri olan Buyan İshidori, bize yardım edebileceğini söyledi ve bütün planlarımızı onun üzerinden yaptık ve gerçekleştirdik. Buyan; Bursa’da Uludağ Üniversitesi’nde okumuş, kendini gerek Bursa’ya gerekse Türklere borçlu hisseden bir Moğol vatandaşıydı. Gitmeden önce Buyan’la 71 kere karşılıklı mail’leşerek bütün faaliyetimizi daha buradan ayrılmadan organize ettik. Araba kiralamamız, kalacağımız yerler, ne yiyip ne içeceğimiz, gezeceğimiz yerler ve çıkacağımız dağ için alınacak izinler gibi bir çok detayı, gitmeden önce yazıştık ve organize ettik. Ve oraya gittiğimizde her şey planladığımız gibi gelişti.

* Ülkeler birbirinden uzak. Dolayısıyla bizlere Moğolistan yolculuğunuzdan ve oraya nasıl ulaştığınızdan biraz bahseder misiniz? Oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan ve beş bölgeye ayrılan Moğolistan’da gezi rotanızı nasıl belirlediniz? Rotayı ve konaklama alanlarınız nereleri oldu* Bu organizasyonda yanınızda Moğolistan’dan hangi kişi ve kurumlar vardı?

Çok tercih edilmeyen bir coğrafya olduğu için yalnızca iki alternatif uçuş var; biri Moskova aktarmalı Rus Hava Yolları ile, diğeri de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek aktarmalı Türk Hava Yolları ile. Biz THY‘yi seçtik. Bu uçuşta Bişkek’de 12 saat bekleyeceğimiz bir aktarma yapmamız gerekiyordu. Biz de Bişkek’te yapacağımız bu 12 saatlik aktarmada hem şehir merkezini ve alışveriş yerlerini gezmek hem de Bişkek’e 30 km. mesafedeki Ala-Arça tabiat parkını ziyaret etmek için havaalanından bir minibüs kiraladık. Gittiğimiz o bölgeden Tien-Şan dağlarına, yani Tanrı dağlarına uzaktan da olsa bakma ve zirvelerini görme şansını elde ettik. Sonrasında, tekrar hava alanına döndük ve 4 saat süren bir yolculukla Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator’un Çengiz Han Hava Alanı’na iniş yaptık. Uçağımız, dönerken de aynı güzergahı takip etti. Bu sefer Bişkek’i gezerken güzel bir restoranda bazı arkadaşlarımız at eti yerken, bazı arkadaşlarımızın da Özbek pilavı ve Kırgız mantısının tadına bakma şansları oldu.

* Normalde bizler Moğolistan denince Gobi çölünü ve uçsuz bucaksız bozkırları hatırlıyoruz. Sizler dağcı bir grupsunuz. Moğolistan’da dağcılık hangi seviyede ve çıkacağınız dağı seçmek kolay oldu mu?

Evet, çok doğru söylüyorsunuz. Bu anlamda ülke hem zengin hem de fakir. Yani dağlar batıya toplanmış. Kazakistan, Çin ve Rusya sınırlarının kesiştiği noktaya. Altay Dağları var. Fakat başkent Ulan Bator’a 1700 km. mesafede. Ulaşmak, kara yoluyla neredeyse imkânsız. Havayolu ise küçük uçaklarla hem pahalı hem de zor. O yüzden ülkenin güneyini de Gobi çölünün kapladığını ve bazı dağlara da kutsallığı yüzünden izin verilmediğini düşünürsek, biz de çıkacağımız dağı, kuzeyde, Rusya sınırındaki Sayan dağ grubunun bir parçası olan Mönkh Saridağ Dağı olarak seçtik. Tabi, doğru bir tercih yapamadığımızı oraya gidince anladık. Moğol makamlarından bütün izinlerimizi almış olmamıza rağmen, dağın kuzey kısmı Rusya sınırları içerisinde olduğundan, son gün, dağın eteklerindeki Rus irtibat bürosu iznimizi imzalamayarak bize zorluk çıkardı. Türkiye’de, Suriye sınırındaki Rus uçağını düşürme olayı daha yeni olmuştu ve Ruslar Türklere karşı çok kızgındı. Rus makamları; “Bu dağın Rusya tarafından Rus dağcılar da tırmanırsa, sizler de tırmanıp zirvede bayraklarınızı açarsanız sıkıntı çıkar.” bahanesiyle bizi oyaladılar ve iznimizi beş saat gecikmeyle onayladılar.

Bizler de geç kalmamıza rağmen, aramızdan seçtiğimiz beş arkadaşımızı yerel dağ rehberi eşliğinde aceleyle dağa gönderdik. Tırmanma esnasında rehberimizin zamanın dönüş için çok yetersiz olacağını söylemesiyle, gece karanlığında patikası olmayan dağdan dönmemek veya belki de dağda bir gece konaklama riskini göze almadığımız için, 3000 m. yüksekliğe yaklaşmışken dönüş kararı almak zorunda kaldık. Çünkü programımız çok sıkışıktı. Bu yüzden planlarımızı bir gün bile sarkıtma şansımız yoktu.

o vadide geceleyen 200.000 kişilik Moğol ordusunun sabah sefere doğru yola çıktığını hayal etmek bile, bulunduğumuz yerlerin önemini bir kez daha bizlere hissettiriyor.

* Moğolistan, tarihsel anlamda çok eski bir yerleşim yeri. Çevrenize hangi gözle baktınız? Bir Türk olarak sizi en çok etkileyen ne olmuştu?

Tabi, bizler için kadim topraklar diyebileceğim yerlerde olmak çok heyecan vericiydi. Hun Türkleri, Uygurlar, Göktürkler, Avarlar gibi bazı Türk

topluluklarının buralarda yaşamış, hüküm sürmüş, yüzyıllarca at koşturmuş ve kılıç kuşanmış olduğunu biliyor olmak, çevrenizi farklı gözlerle izlemenize sebep oluyor. Tarihte Türk kelimesinin yazılı olarak karşımıza çıktığı ilk yazıtlar olan Bengütaşlar’a, yani Bilge Kağan ve Kültiğin’in yazdırdığı dikili taşlara dokunma şansımız oldu. Bu bile sizi heyecanlandırmaya fazlasıyla yetiyor. Bu yazıtların replikalarını, ilk defa bulundukları yerlere dikmişler, asıllarını da hemen yanında yapılan müzede sergilemekteler. Bizler de bu dikili taşların birkaç yüz metre yakınında geceyi, Moğolların GER dediği, bizlerde ise YURT diye söylenen çadırlarda geçirdik. Yani, Orhun vadisinde ve Orhun nehrine bakarak yaşanmış bir gün ve bir gece. Ayrıca Moğol imparatoru Cengiz Han’ın başkent olarak da seçtiği, Karakurum da denen bu topraklara yüksekten bakmak ve o vadide geceleyen 200.000 kişilik Moğol ordusunun sabah sefere doğru yola çıktığını hayal etmek bile, bulunduğumuz yerlerin önemini bir kez daha bizlere hissettiriyor.

* Bu bahsettiğiniz eski kültürel kimliklerini günümüze taşıyan göçer veya yerleşik insanlar, kabile veya topluluklar var mıydı? Yakından görme şansınız oldu mu? Moğol ve Kazak kültürüne dair izlenimleriniz ve Türk kültürü ile olan bağlantılarını gözlemlerinizi anlatır mısınız? Tabii Dukha Türkleri ile anılan Ren Geyiklerini de unutmamak gerekli. Qusbegi Kazak göçmenleri ile karşılaştınız mı? Dukha Türkleri, kökenleri, yaşam alanları, dilleri ve kültürlerinden bahseder misiniz? Türkiye ile yakınlıkları, Türklere benzer yönleri, adetleri, kullandıkları ortak kelimeler, bağları nelerdir? Türkçenin hangi lehçesini konuşuyorlar? Göçebe hayatlarını atlar, ren geyikleri, kartallar, şahinler ve aileleri ile birlikte nasıl sürdürüyorlar. Şaman kültüründen hangi izleri taşıyorlar? Bu oramda neler hissettiniz? Neler gözlemlediniz?

Evet, bu anlamda çok şanslıydık. Sayan Dağları’nın uzantısı olan çıkacağımız dağ için 750 km. kuzeye doğuya gitmiştik. O bölgeler güney Sibirya diye biliniyor ve soğuk iklim şartlarına dirençli Tayga ormanları ile kaplı. Bu coğrafyada sayıları 400’ü geçmeyen Tuva Türkleri veya Dukhalar da denen, Ren geyiği çobanlığı yapan göçer topluluklar yaşıyor. Biz, bu topluluğa dahil birkaç çadırdan oluşan bir klanın biraz güneye indiğini ve Ren geyiği boynuzundan yapılmış hediyelik eşya sattıklarını rehberimiz vasıtasıyla haber aldık ve rotamızı onlara doğru çevirdik. Onların lideri ve en önemli kişisi olan bir Şaman kadınla, rehberimiz aracılığı ile sohbet ettik ve sorunlarını dinledik. Hatta akşam bizleri bir şaman ayinine katılmamız için davet ettiler. Orada ren geyiklerini görmek, onlara dokunmak ve yöresel kıyafetlerle resimler çektirmek bizleri yeteri kadar heyecanlandırmıştı.

Daha sonrasında Orta Moğolistan’ın bozkırlarında arabalarımızla güneye doğru yol alırken, yol yakınındaki bir Moğol çadırına konuk olduk. Çat kapı biz geldik misali. Küçük bir çekirdek aile, bizleri ağırlamak için adeta etrafımızda pervane oldu. Bir göz oda büyüklüğündeki çadırlarında, yedirdiler, içirdiler bizleri. Onların atlarına bindik, kış için kuruttukları peynirlerinin ve kurutulmuş etlerinin tadına baktık. Unutamayacağımız anılarla ayrıldık onların yanlarından.

Nüfusun yaklaşık üç buçuk milyon olduğu bir ülkede 39 milyon at var desem, herhalde size biraz fikir vermiş olurum. Bunların bir kısmı sahipli ama büyük bir çoğunluğu da bozkırlarda sürüler halinde…

* Moğolistan’da hep hayvanların çok olduğunu söylerler, hatta başı boş gezen atlardan bahsederler. Moğolistan kültürü atlar ve kartallarla bütünleşmiş. Atlara ve kartal/şahin verilen önem yaşama nasıl yansımış? Altın Kartal Festivali yapılıyor. Bu muhteşem hayvanlarla Moğolistan gezinizde nerede, nasıl karşılaştınız?

Nüfusun yaklaşık üç buçuk milyon olduğu bir ülkede 39 milyon at var desem, herhalde size biraz fikir vermiş olurum. Bunların bir kısmı sahipli ama büyük bir çoğunluğu da bozkırlarda sürüler halinde, başı boş yaşıyorlar. Küçükbaş hayvan sahibi olan Moğolların sürülerindeki hayvan sayısı, binli rakamlarla söyleniyor, 3000- 5000 koyun gibi. Sürüler o kadar büyük ki, çobanlar, işlerini ya at sırtında ya da motosikletlerle yapıyorlar. Tabi bir de oralarda soğuk havalara dayanıklı YAK denen büyükbaş hayvanlar var. Bizim sığırlarımızdan daha uzun tüyleri olan bu hayvanlar, -50, -60 derecelerde hayatlarını devam ettirebiliyorlar.

Ayrıca bizim buralarda nasıl karga ve saksağan çoksa, oralarda da kartal ve şahin o kadar çok. Gökyüzüne baktığınızda bir kartal veya başka bir yırtıcı kuş görmemeniz imkânsız gibi. Biz de bunları bol bol gözledik ve fotoğrafladık.

* Burada yaşayan insanların inanışları konusunda bizlere bir şeyler söyleyebilir misiniz? İbadethane veya tapınakları var mı? Görme şansınız oldu mu?

Bu anlamda da ilginç bir ülke. Yüzde doksan beşi Moğol olmasına rağmen farklı inanışlar var. Çok büyük bir çoğunluğu Tibet Budizmi’ne inanıyor ama onlardan sonraki çoğunluk, inançsız olan Moğollar. Az miktarda Müslüman, Hıristiyan ve Şamanizm’e inanan insanlar da var.

Budist tapınaklardan Ulan Bator’daki Zaisan tapınağı ile Karakurum’daki Erdene-Zu tapınaklarını görüp, gezebildik.

Yüzde doksan beşi Moğol olmasına rağmen farklı inanışlar var. Çok büyük bir çoğunluğu Tibet Budizmi’ne inanıyor ama onlardan sonraki çoğunluk, inançsız olan Moğollar. Az miktarda Müslüman, Hıristiyan ve Şamanizm’e inanan insanlar da var.

* Bizlerde, Moğol imparatorluğu denince Cengiz Han, Cengiz Han denince Moğollar aklımıza geliyor. Bu etkileşimi orada hissettiniz mi? Onlar için Cengiz Han ne ifade ediyor?

Moğollar, var oluşlarını Cengiz Han’a borçlu olduklarını düşünüyorlar. Bizler nasıl Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü şükran ve minnetle her fırsatta anıyorsak, onlar da aynısını Cengiz Han için yapıyorlar. İsmini havaalanlarına, yollara, müzelere, bulvarlara, meydanlara veriyorlar ve onu unutmayıp, unutturmuyorlar. Ayrıca dünyadaki şu ana kadar 45 m. boyuyla yapılan en büyük insan heykeli, Cengiz Han’a ait. O heykelle ilgili şöyle bir hikâye anlatılır Moğolistan’da, kısaca aktarmak isterim. ‘’Bir gün Cengiz Han, ikinci Çin seferinden dönerken, ordusuyla yoğun siste yolunu kaybetmiş. Sis, günlerce kalkmamış. Gece Cengiz Han, Gök Tanrı’ya; “Bana yolumu göster.” diye yalvarmış. Sonra, gece rüyasında tanrı ona, sabah kalktığında atının kırbacını göğe savurmasını ve tutamacı hangi yönü gösteriyorsa ordusunu o yöne götürmesini söyler. Sabah kalkınca rüyasını komutanlarına anlatır ve kırbacını savurup tutamacı istikametinde ordusunu götürür. Bir süre sonra ordu Karakurum’a varır.’’ İşte bu anlatılan olayın gerçekleştiği yere Moğol hükümeti, dünyanın en büyük heykelini yapar ve anıtlaştırır. Biz de üzerine asansörle çıkılan, Cengiz Han’ın atının üzerinde ovaya baktığı bu heykeli ziyaret ettik. Ve atının iki kulağı arasına yapılan platformdan uçsuz bucaksız ovaya doğru baktık.

* Moğolistan’ı bizlere çok güzel anlattınız. Başka aklınıza gelen bir şeyler varsa onları da hatırlamanızı isteyeceğim. Çünkü bu söyleşiden sonra mutlaka başkaları da o kadim topraklara gitmek isteyecektir. Anılarınız bizler için çok değerli ve önemli bir yol gösterici oldu.

Bizler Gobi çölünü göremediğimiz için biraz eksik kalmış olsak da Moğolistan’ın bütün eşsiz doğal güzelliklerini görme şansımız oldu. Hatta sönmüş bir yanardağın kraterinden içeriye doğru bile baktık.

Orta Moğolistan’da, Hustai Milli Parkı’nda, günümüzde doğada serbestçe gezen Yılkı atlarının ataları olan, şu an soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Przewalski atlarını görebilmek için, sabah çok erken saatlerde su içmeye gelecekleri bir vadinin yamacında bekledik. Yaşadıkları doğal ortamlarda onları gözlemledik. Gerçi bu atlardan olmasa da diğer atlardan elde edilen sütlerin fermantasyonu ile elde edilen Kımız içeceğini de tatma şansımız oldu. Bu da bizler için oldukça farklı bir deneyimdi.

Bu faaliyetimiz boyunca, 10 gün içerisinde, kiraladığımız 4×4 araçlarla 2700 km. yol yaptık. Dağlarını gördük, kültürlerini tanıdık, yemeklerini yedik, sularını içtik. Yanımızda binlerce fotoğraf, onlarca video ve yaşanmış, anlatılacak birçok hikâye ile geri döndük.

Bizler Gobi çölünü göremediğimiz için biraz eksik kalmış olsak da Moğolistan’ın bütün eşsiz doğal güzelliklerini görme şansımız oldu. Hatta sönmüş bir yanardağın kraterinden içeriye doğru bile baktık.

* Fotoğrafları kullanım izni verir misiniz? Eklemek istedikleriniz var mı? Sizlere sosyal medya aracılığı ile ulaşmak isteyenlere sosyal medya adresinizi vermek ister misiniz?

Fotoğraflarımı kullanım izni veriyorum. Sınır Tanımayan Dağcılar Spor Kulübü’nün facebook’da SINIR TANIMAYAN DAĞCILAR, Instagram da sinirtanimayandagcilar sosyal medya sayfalarından bize ulaşabilirler.

Suyun Öte Yakasına Geçen ‘Ala Geyiğin Türküsü’ 819 1024 admin

Suyun Öte Yakasına Geçen ‘Ala Geyiğin Türküsü’

İslam öncesi Türk inanç, kültür ve sanatında; Geyik sembol ve motifi önemli bir yer tutar. Bu inanca göre Geyik; ‘yol gösterici, Tanrı katına erişebilen kutsal bir hayvan’dır. Geyiğin boynuzları, ‘Hayat ağacını andırır’ ve ‘Hayat ağacı’ ile ilişkilendirildiğinden; göğe Tanrı katına uzanı. Bu nedenle geyiğin, iyi insanların ruhlarını Tanrı katına sırtında taşıdığına inanılmıştır.

Türkolog, Fatih Mehmet Yiğit Yazdı


Erken dönem Türk mezar ve kurganları ile taş betiklerde ve çizimlerde yoğun olarak geyik sembolünün kullanılmasının bir nedeni budur. Daha sonraları bu taşıyıcı hayvan motifinde geyiğin yerini ‘Pazırık İskit kurganı’nda görüleceği üzere geyik boynuzu süsü verilmiş at almıştır. Daha sonraları da boynuzlu dağ keçisi almış, özellikle Gök-Türkler döneminde ‘tamga’ olarak sıklıkla kullanılmıştır.

İslam sonrası dönemlere ise bu taşıyıcı hayvan ‘boynuzlu koç’ olmuştur. Koç başlı mezar taşları bunu ifade eder. Ayrıca bazı mezar taşlarına konulan boynuzlu koç kafatası da bu kültürün devamıdır. Hâlâ Anadolu’da ‘Kurban Bayramı’nda kesilen kurban hayvanının, ölen kişiyi sırtında taşıyacağı, sırat köprüsünü uçarak ve geçerek ölen kişiyi cennete taşıyacağına yönelik inanç, bu kültürün devamı niteliğindedir.

Gök-Tanrı’ya sunulan adak ve kurbanlarda ‘Geyik’, ‘At’ ve ‘Koç’ kurbanlarının bir nedeni ise; Tanrı’dan ‘kut’ almak ve dilekte bulunmaktır. Yine ‘Kam/Şamanlar’ın ritüellerinde geyik boynuzlu başlık giymeleri de sembolik olarak Gök-Tanrı katına erişmeyi ifade ettiğinden, ‘kötü ruhları kovucu’ anlamını da taşımaktadır.

Konumuza dönersek… Geyiğin sesi de böğürmesi de kutsaldır. Bu nedenle Türklerce yapılan, savaşlarda ve uzaklara haber iletmede kullanılan üflemeli çalgı olan ‘Türk karay ve boruları’ geyik sesini taklit eder.

Türk Göktengri inancına göre, 3 bin yıllık ‘Ruh taşıyıcı geyik taşları ve hikayesi:

Geyik taşlarının tarihi, Türk Devletleri’nin kurulduğu Moğolistan’da ve Kazakistan’da yatıyor. Moğol bilim insanı Prof. Bayarsaihan Jamsranjav’a göre, bronz çağından kalma yaklaşık 3 bin yıllık geyiklerin betimlendiği taşlara ‘geyik taşları’ denir. Bu oluklu taşlar, boynuzların boynuzlarını ve gökyüzüne doğru uçan geyikleri içeriyordu. 

Dünyada yaklaşık ‘bin 500 anıt geyik taşı’ var. Bu bin 500’ün bin 300’ü Moğolistan’dadır. Diğer iki yüz anıt ise şöyle dağılır; Altay dağında 60, Yenisey’de 20 ve Sibirya’da 60 geyik taşı vardır. Doğu Kazakistan’ın Tarbagatay dağlarında yaklaşık 40 geyik taşı var. Xinjiang Altay’da 92 geyik anıtı var. Ayrıca Kafkasya ülkelerinde de 24 geyik anıtı vardır. 

Üç bin yıl önce Türkler inanışlarına göre, ölen devlet adamları için kurganlar yaptılar. Kurganların yakınlarına da geyik taşlarını diktiler. Bu geyik taşlarının kurgandakilerin ruhlarını gökyüzüne taşıyacağına inanılırdı.”

* (Türk Dünyası Dergisi 2020)

Üç bin yıl önce Türkler inanışlarına göre, ölen devlet adamları içinkurganlar yaptılar. Kurganların yakınlarına da geyik taşlarını diktiler. Bu geyik taşlarının kurgandakilerin ruhlarını gökyüzüne taşıyacağına inanılırdı.

Proto-Türkler’e ait Altay Kalpak Taş Petroglifleri, gece ve yıldızlar…

Göğe yolculuk; uçmağa (cennete) / Tanrı katına varmak…

İdil Nehri, Türkler’in büyük göçlerinin önlerindeki en büyük engeldi. Aşılması en zor olan gürül gürül akan nehri, Buzul Çağı’nın son evrelerinde (konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için: ‘Türkoloji Makaleleri’ kitabımdaki, Türkler’in Büyük Kağanı Dünya Fatihi; Oğuz Kağan’ın Yaşadığı Çağ Ve Coğrafya Üzerine Değerlendirmeler’ adlı makalemi okuyabilirsiniz), yani M.Ö. 10 binlerde ilk aşanlar, Oğuz Kağan destanında anlatıldığı üzere Oğuz Kağan ve savaşçılarıydı. Uygur harfleri ile yazılı en eski Oğuz Kağan Destanında bu olay şu şekilde anlatılmaktadır:

Tan ağarınca Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt/börü çıktı. Bu kurt/börü, Oğuz Kağan’a hitap etti ve “Ey Oğuz, sen Urum (Batı) üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum” dedi.  

Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını dürdürdü ve gitti. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve kurdun ardı sıra ordu gelmektedir. Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek kurt, birkaç gün sonra durdu. Oğuz Kağan da askeri ile durdu. 

Burada İtil Müren adında bir deniz vardı. Bu İtil Müren’in kenarında bir kara dağın önünde savaş başladı. Okla, kargı ile ve kılıçla vuruştular. Askerlerin arasında vuruşma çok oldu, halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Boğuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren’in suyu zencefre gibi baştan başa kıpkırmızı oldu. 

Oğuz Kağan yendi ve Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan’ın hanlığını ve halkını aldı. Onun ordugâhına pek çok cansız ve pek çok canlı ganimet düştü. Urum Kağan’ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beg idi. 

Bu Uruz Beg oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı ve «Şehri korumak gerek, sen şehri bizim için koru ve savaştan sonra bize gel» dedi. Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beg’in oğlu, ona çok altın ve gümüş yolladı ve dedi ki «Ey (Oğuz Kağan), sen benim kağanımsın; babam bana bu şehri verdi ve ‘Şehri korumak gerektir; sen de şehri benim için koru ve savaştan sonra gel’ dedi. Babam (sana) kızdı ise, bu benim suçum mudur? Ben senin emrini yerine getirmeğe hazırım. Bizim saadetimiz senin saadetindir; bizim uruğumuz senin ağacının (‘?) yemişindendir. Tanrı sana yer vermek lütfunda bulunmuş; ben sana başımı ve saadetimi veriyorum. Sana vergi veririm ve dostluktan çıkmam» dedi. 

Oğuz Kağan, yiğidin sözünü iyi gördü, sevindi, güldü ve “Sen bana çok altın yollamışsın ve şehri iyi korumuşsun” dedi. Onun için ona ‘Saklap’ adını koydu ve onunla dost oldu. Sonra Oğuz Kağan, askerler ile İtil adındaki ırmağa geldi. İtil büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve “İtil’in suyunu nasıl geçeriz?” dedi. 

Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı Uluğ Ordu Beg idi. O akıllı bir erdi. Gördü ki, bu yerde pek çok dal ve pek çok ağaç var. O ağaçları kesti ve bu ağaçlara yattı, geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve “Sen burada bey ol; senin adın Kıpçak Beg olsun” dedi. 

Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök yeleli erkek kurdu gördü. O kurt, Oğuz Kağan’a “Şimdi Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek, halkı ve beyleri götür. Ben önden sana yol gösteririm” dedi. Tan ağarınca, Oğuz Kağan gördü ki, erkek kurt askerin önünde yürümektedir; sevindi ve ilerledi.

* (Kaynak: Oğuz Kağan Destanı/ W.Bang Ve G.R.Rahmeti Arat/İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Semineri Neşriy A Tından İstanbul 1936 Sayfa:19-23)

Daha sonraki dönemlerde de Ural-Altay dil grubuna göre, Türkler’in bir kolu zamanında gök renkli kurt/Gök-Börü öncülüğünde İdil nehrini geçerek batıya göç etmiş. (Başkurt ismi bu destan nedeniyle kurtlara yani Türkler’e yol gösteren Başkurt anlamında verilmiş) Doğu’da kalan grup Altay grubu iken, Batı’daki grup İdil-Ural grubu (Macar, Fin, Bulgar, Çuvaş, Gagavuz/Gök-Oğuz, Başkurt Türkleri) oluşmuş. Zaman zaman doğudan batıya göçler çağlar boyu süregelmiş, gitmiş… (İskit, Hun, Avar, Oğur, Altınordu/Kırım Tatarları gibi…)

Bu göçler Çuvaşistan (Çavuş) Türkleri’ne ait Alp destanı ile Başkurt Türkleri’ne ait destanlarda şu şekilde geçmektedir:

ALP DESTANI:

Dostlarım, siz kutsal kurdun şarkısını duydunuz mu?

Duymuşsunuzdur. O bugün de, Alp’ı götürdüğü zamandaki gibi söylüyor. Bize, Aşa Pihambar’ın (Tanrı elçisinin) duygularını ulaştırıyor.

Atalarımız zamanında, uzakta Altın Dağları tarafında, Alp yiğit milletiyle yaşarmış. Sürü sürü hayvan beslermiş. Onların atları, kırlarda özgürce gezermiş. Semiz öküzler böğürüp yüksek dağları titretirmiş. Günler geçmiş. Yıllar bitmiş.

Alp yiğit bir gün batıdaki bereketli kırlar tarafına göç etmeyi düşünmüş. Boyların yöneticilerini bir yere toplayıp amacını söyleyerek konuşmuşlar. Boyların yöneticileri onunla anlaşmışlar. Sonra, Alp de o akşam gece yarısı olunca, Gök-Tanrı ile konuşmak için dağa çıkmış.

Dualarını edip bitirince Alp’ın önünde aniden bir kurt görünmüş. Onun çevresi ışıkla kaplıymış. İnsan gibi konuşarak o, büyük Alp’e şöyle demiş:

– “Büyük Alp, büyük Tanrı’nın emriyle ben seni arkamdan batıya doğru götüreceğim. Sen endişelenme! Benim peşimden korkmadan yürü. Ben hep seninle birlikte, senin önünde olacağım. Senin hayvanlarını, halkını koruyacağım…”

Sonra Alp’ın halkı sabahleyin erkenden batıya doğru göç etmek için hareket etmiş. Onun önünde zaman zaman mavi kurt görünmüş. Durup durup ulumuş. Peygamber köpeğinin uluması, Alp’ın halkına şarkı gibi işitilmiş. 

Onun vücudu gece daima, çepeçevre aydınlık içinde görünmüş. Yaşlıların söylediğine göre bu kurt, Alp’ın milletini, Aramaşi Dağı’na doğru götürmüş. Bizim büyük atalarımızın bu çevredeki hayatı böyle başlamış…

Biz kurtlarız. Bizim neslimiz Alşih’te en eski diye bilinir. O, kurt soyundan türemiştir. Memurlar, bizim soyadımızı değiştirdiklerinde Rusça ‘volkov’ diye yazmış. Atalarımızın büyük büyük babası bu yüzünden çok sinirlenmiş:

– “Biz kurtoğulları oluruz?! Biz kurduz. Alp halkını buraya, Tanrı Kurdu’nun işareti ve yol göstermesiyle getirdi. Biz, o kurdun, o halkın neslindeniz…» diyerek Alp hakkındaki hikâyeyi anlatmış. “Böylelikle, biz kurtlar, kutsal canın neslindeniz…»

(Çuvaş Türkleri Alp Destanı/Çıvaş Halıh Pultarulıhı, Çıvaş Eposi, s. 41-42/Haz. G. Yumart, İ.G. Trofimova) Şupaşkar 2004.

BAŞKURT DESTANI:

Eski zamanlarda, uzak şarkta yüksek, karlı dağlarda ‘Başkurt, Nogay, Kazak, Kırgız’ kavimleri bir tek babanın evlâdı olarak yaşıyorlardı. O vakit ‘Başkurt’ Nogay ve başka isimler yoktu. Bir zaman bunlar arasında ihtilâf ve mücadele zuhur etti. 

Günlerin birinde bu kabile reisi ava giderken önünde bir kurt peyda oldu. Reis, bu kurdu takip ede ede, cennet gibi ormanları ve nehirleri olan bir azametli dağlara geldi. O vakit kurt, birdenbire kayboldu. Reis anladı ki, bu rehberlik eden kurt, Tanrı’dan bu kavme tayin edilmiş ‘Kut: Talih’dir. 

Reis geriye, şark diyarına vardı. Kavim ve kabilesini beraber alıp Ural dağlarına getirdi. İşte diğer kardeşlerinden ayrılan bu kabileye “Başkurt” denildi ki, “Kurdun baş olup getirdiği kavim” demektir. 

* (İnan, Abdülkadir, “Türk Rivayetlerinde Bozkurt”, Makaleler ve İncelemeler, C II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987.)

Bozkurt/Gökbörü Türkler’in özgürlük ve bağımsızlığını ifade eden Türk kültüründe en önemli sembollerdendir. 

* (Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için: “Türkoloji Makaleleri kitabımdaki; “Türkler’in özgürlük ve bağımsızlık sembolü: Bozkurt/Gök-Börü” makalem okunabilir…)

Mucizevi veya kutsal hayvanla ilgili rivayetleri, Güneydoğu Başkurtları’nın vatanlarına bir kurdu izleyerek geldiklerini hikâye eden rivayetlerine şaşırtıcı şekilde benzemektedir. 

KURT, TÜRKLER’İN ATASIDIR…KURT, TÜRKLER’İN KORUYUCUSUDUR

Kurtla ilgili rivayet, Türk Halkları nezdinde iki temel unsur içermektedir: “Kurt, Türkler’in Atasıdır” ve “Kurt, Türkler’in koruyucusu ve önderidir.” İkinci motif, Başkurt folklorunda özellikle iyi muhafaza edilebilmiştir. Totem, koruyucu ve önder sıfatıyla eski Macar rivayetlerinde yaygın olarak bilinmektedir. 

D.Gyorffy, eski Macar kroniklerinde yer alan bir hikâyeyi aktarmaktadır: “Macarlar’ın Atası Menrot’un oğulları Hunor ile Mogor, av sırasında genç bir geyiği takip ederek Maetois’te (Azak Bataklıkları) yeni vatanları Lebedya’ya giden yolu keşfettiler.” 

Bu rivayetin bir varyantı, Kayserili Propokius’un eserinde ilginç ayrıntılar eşliğinde anlatılmaktadır. Propokius’un anlattığına göre: “Eski çağlarda, kalabalık Hun kitleleri Kuzey Kafkasya’nın geniş topraklarında meskûn oldukları dönemde, Hun Kralı’nın birisi Utigur, diğeri Kutrigur adında iki oğlu vardı. Bir gün av sırasında bu gençler bir geyiği kovaladılar. Geyik onlardan kaçarak bu sulara daldı. Gençler geyiğin peşinden gittiler ve onunla beraber karşı sahile çıktılar.” Hikâyenin devamı özellikle ilginçtir; “Gençler, Maeotis’in diğer sahiline vardıklarında takip ettikleri hayvan hemen kayboldu.” 

Benzer bir hikâye; VI. Yüzyıl Bizans tarihçisi Agathius’un eserinde de yer almıştır. Bu rivayeti Hunlar’la bağlantılı olarak Jordan da (VI.Yüzyıl) anlatmaktadır: “Bu boyun insanları bir defasında her zamanki gibi iç Maeotis sahillerinde av ararken, aniden karşılarında bir geyiğin peydah olduğunu fark ettiler. Geyik suya girdi; kâh ilerledi, kâh durdu, yol gösterdi. Onu takip eden avcılar, Maeotis gölünü yürüyerek geçtiler. Oysa o zamana kadar o gölün deniz gibi geçilmez olduğunu düşünüyorlardı. Ancak hiçbir şeyden haberi olmayan bu kişilerin önünde İskit toprakları görüldüğünde bu geyik kayboldu.”

Hayvanın mucizevi bir kılavuz olarak yer aldığı bu hikâye, batılı yazarların eserlerinde henüz V.Yüzyıl’dan itibaren bilinmekteydi; Sozomen, Zosimus, Eunaphius vb… Mucizevi veya kutsal hayvanla ilgili rivayetleri, Güneydoğu Başkurtları’nın vatanlarına bir kurdu izleyerek geldiklerini hikâye eden rivayetlerine şaşırtıcı şekilde benzemektedir. 

Başkurtlar’ın Ataları da çölleri ve engin bozkırları geçtikten sonra, Urallar’a varınca kurt da aynen geyik gibi kayboluyor. Türkler’in ve Moğollar’ın Atası ve koruyucusu ata kurtla ilgili ve köken itibariyle Orta Asyalı olan bu rivayetle; Hunlar’ın, Bolgarlar’ın veya Madyarlar’ın kılavuzu ve önderi olan mucizevi hayvanla ilgili rivayet arasındaki benzerlik ve paralellikler; bu kadim boyların Asya ve Doğu Avrupa topraklarında yaşanan etnik tarihlerinin bağlantılarına dair yazılı kaynaklara önemli bir ek oluşturmaktadır.

* (Kaynak: İtil-Ural Türkleri/ Ray Gumeroviç Kuzeyev/Selenge Yayınevi sayfa: 159-161)

TAURANLI (TURANLI) TAURİCA (TÜRK) ARTEMİS:

Yunan mitolojisinde avcılık, okçuluk ve ay tanrıçası olarak bilinen Artemis; gerçekte İskit/Saka Türk Efsanesi’dir. Antik çağlarda İskit/Saka Türkleri’nin başkenti Kırım, Taurica (Türk) Chersonnesus ismiyle bilinirdi. 

Bu nedenle Artemis Tauran (Turanlı) Artemis olarak anılmıştır. Gerek MÖ. 3 binlerde Truvalılar ve devamcısı olan Traklar ve Etrüskler vasıtasıyla Grek kültürüne Artemis Miti geçmiş, Etrüsk Türk Sanatındaki Artemis sanat eserleri zaman içerisinde Grek kültürüne mal edilmiştir.

Yine MÖ. 7. Yüzyıl’da İskit/Saka Türkleri’nin Efes bölgesini ele geçirmesi ve Efes şehrini kurması nedeniyle, Efes’te Artemis adına sunaklar yapılmış, Efesli Artemis doğurganlığın sembolü olarak adlandırılmıştır. 

Ve İskit/Saka Türk şehri Efes’ten batı kültürüne Artemis miti aktarılmıştır. Artemis, Mitler’de tıpkı İskitli Amazon Türk kadın savaşçılar gibi bekardır. Tıpkı onlar gibi ok ve yay ile avlanır. Türk Şamanlar ve Türk Destan karakterleri gibi Geyik donuna (şekline) bürünür. Geyik sembolizmi ile anılır.

TÜRKLER’İN TÜREYİŞ EFSANELERİNDE GEYİK

Bazı türeyiş efsanelerinde geyik, Türk topluluklarının atası olarak anlatılmaktadır. Bu, Kuman ve Moğol türeyiş efsanelerinde de görülmektedir. 

“Bazı Türk halkları soylarını kurttan, bazıları da geyikten getirmişlerdi. Çingiz-Han’la ilgili mitoloji bu her iki motifi de birleştirmiş ve Çingiz soyunun babasını kurttan, annesini de geyikten getirmiştir…” * (Ögel, 2010: 45) 

“Cengiz-Han’ın ataları ve Dişi Beyaz Geyik…”: 

Çingiz-Han’ın ilk ataları ile ilgili efsanede, Türkler’in Gök-Kurdu ile beyaz geyikler yan yana gelmiştir… * (Ögel, 2010: 573)

Mağara içerisinde bir Göktürk hükümdarıyla geyik şekline bürünmüş bir tanrıçanın beraber olması efsanesinde vurgulanmaktadır. Çingiz-Han’ın ilk atası olan ‘Gök-Kurt’ ile, karısı ‘Kızıl veya kızılımsı geyik’, bir denizi geçerek gelmişlerdi. Aslen gökte doğmuşlardı. Fakat denizle de ilgileri vardı. Bu eski Göktürk efsanesinde kurdun yerini insan, yani Göktürkler’in ataları almışlardır. Göktürk Hakanı’nın sevgilisi de Deniz-İlahesi olan bir dişi geyiktir… * (Ögel, 2010: 570). 

‘Yaşar Çoruhlu’ bu konuyu şu şekilde belirtmiştir: “Geyiğin deniz tanrıçası sayıldığı bir Göktürk efsanesi de vardır. Çin kaynaklarının aktardığı bir efsaneye göre, Göktürkler’in atalarından birisi mağarada genç bir kız suretindeki deniz tanrıçasıyla sevişmektedir. Ancak hükümdar bu kızın aslında bir ak geyik olduğunu bilmiyordu. Bir sürek avı esnasında sıkıştırılan hayvanlar arasında bulunan bir ak geyiği, askerlerden biri öldürünce gerçek durum meydana çıkar. Zira mağaraya giden hükümdar, sevdiği kızı yerinde bulamayınca onun aslında geyik biçimine girmiş bir ilahe olduğunu anlar…” * (Çoruhlu, 2017: 142)

Moğollar’a göre ise geyik, Tanrısal olarak kabul edilen kurttan aşağıdadır. Ancak yine de kutsal sayılmış ve kurdun eşi olarak kabul edilmiştir. * (Kaynak: Sayın Alsan, Şenay ve Sinem Akın…. “Türk Kültür ve Sanatında Geyik Sembolizmi” Ulakbilge Sosyal Bilimler Dergisi, 45 (2020 Şubat): s. 215-226. doi: 10.7816/ulakbilge-08-45-08)

“Bazı Türk halkları soylarını kurttan, bazıları da geyikten getirmişlerdi. Çingiz-Han’la ilgili mitoloji bu her iki motifi de birleştirmiş ve Çingiz soyunun babasını kurttan, annesini de geyikten getirmiştir...”

ALASIĞIN/ALA GEYİK

Türk, Altay ve Moğol mitolojilerinde kutsal geyiktir. Değişik Türk lehçe ve şivelerinde Alageyik, Alabolan ve Alabuğa olarak da bilinir. 

Türk kültüründe sığın (geyik) kutsal bir hayvandır. Bazen erenler alageyiğe dönüşür. Bazı Türk ve Moğol boyları soylarının bu kutlu varlıktan türediğine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt’tan, diğer kolu ise Gökgeyik’ten gelmektedir. 

Geyik sürülerinin başında bulunan kurtlara da Gökgeyik denilir. Geyiklerin boynuzları kamların en önemli simgelerindendir. Bozkurt gökyüzünün, Alageyik ise yeryüzünün simgesidir. 

Macarların ataları da bir geyiği izleyerek denizi geçmişler ve bu denizin ortasındaki yarı bataklık bir adada türemişlerdir. 

Anadolu ve Asya halılarında ve kilim desenlerinde geyik motifine resim veya sembol olarak sıkça rastlanır. Günümüzde de geyik motifli kazaklar ve çoraplar sıkça karşımıza çıkmaktadır. Anadolu’da alageyiği kovalayan ve kaybolan avcı motifi masallarda ve türkülerde sıkça görülür. * (Kurt, S. Nur (2020). “Türk Mitolojisi Evreninde Geyik Motifi Üzerine Genel Bir İnceleme.” Betik, S. 2, s. 60-73.)

Tekrar olacak ama yine de şu paragrafı da paylaşmak gerek: “Bazı Türk ve Moğol boyları, soylarının bu kutlu varlıktan türediğine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt’tan, diğer kolu ise Gökgeyik’ten gelmektedir. Geyik sürülerinin başında bulunup idare eden kurtlara da Gökgeyik denilir. Geyiklerin boynuzları kamların en önemli simgelerindendir. Kubamaral dokuz boynuzlu, boynuzları dokuz budaklı olarak betimlenir. Bozkurt gökyüzünü temsil eder. Alageyik ise yeryüzünün simgesidir. * (Türk Söylence Sözlüğü, Deniz Karakurt, Türkiye, 2011/Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi (Cilt-1, Sayfa 575)

Geyik sembolü, Türkiye Türkleri’ne ait kültür ve sanatta önemli bir yer tutar. Anadolu’nun ilk ‘Akıncıları’ndan Seyyid Battal Gazi Destanı, tıpkı Ural-Altay Türk Destanları’nda olduğu gibi geyiği takip eden avcı hikâyesi ile başlar.

Destanda Seyyit Battal Gazi düşmanlarına şöyle seslenmektedir:

“Biz kurduz, siz koyunsunuz. Kurt, koyundan istediğini kesmez ve kişi kendi nimetini kimseye yedirmez…” * (Battal Gazi Destanı, Sayfa: 181 – Akçağ Yayınları Dç.Dr. Hasan Köksal)

Battal Gazi; 8. Yüzyıl’da Anadolu’ya akınlar düzenlemiş; Malatya başta olmak üzere birçok ilde yurt tutmuş ve yaptığı akınlarla fetihlerde bulunmuş, 1071’de Malazgirt’te Alparslan ile birlikte Anadolu’nun kapılarını kapanmamak üzere Türkler’e açan Danişmendli Beyliği’nin kurucusu Danişmend İbn-i Ali Taylu et Türkmanî’nin dedesi, yani büyük Atası, Beydilli Türkmenleri’nin de boy beyidir. 

Nitekim Danişmendname’de şöyle denmektedir:

Melik Danişmend Gazi Resulün neslidir.

Müslüman kişidir, Türklük onun aslıdır. * (Danişmend Gazi Destanı’ndan…)

Her ne kadar Battal Gazi ile ilgili Arap olduğu iddiası mevcut ise de soy seceresi Danişmend Gazi esas alındığında, O’nun Türkmen boy beyi olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Battal Gazi Destanı baştan sona Türk Destan motifleri taşır. Battal Gazi Destanı’nın birçok bölümünde Battal Gazi’nin erleri kurda, düşman askerleri ise koyuna benzetilerek; kurdun koyuna saldırdığı gibi Türkler’in düşmanlara saldırdığı anlatılır. Bu anlatım şeklinin Gök-Türk kitabelerinde de aynı tabirlerle ifade edilmesi güçlü bir geleneksel kültürel bağdır.

Battal; bol, geniş, ağır anlamına gelmektedir. Anadolu’da Türkmenler arasında gürbüz, iri, gözü kara çocuklar için bu tabir hâlâ kullanılır. Battal kelimesi Abdal kelimesi ile de ilişkilendirilir. Ak Hunlar’a Antik Yunan kaynakları Ephthalite, Abdel veya Avdel derken; Ermeniler, Aktalitler ve Haital; Persler ve Araplar, Haytal veya Hayatila demektedirler. Battal ve Abdal kelimelerinin etimolojik kökeni buraya dayanır. Battal Gazi’ye destanda Battal ismini, O’nu düelloda yenemeyen Bizanslı Ahmer’in vermesi, Battal Gazi’nin ise Ahmer’i yenmesi ve onun İslam’ı kabul etmesi nedeniyle Ahmer’e Battal Gazi’nin isim olarak ‘Ahmet Turan’ ismini vermesi manidardır. Zira ‘TURAN’ ismi Türkçe kökenli bir kelimedir. 

14. Yüzyıl’da yaşamış olan tıpkı Ahi Evren gibi Horasan Hoy’dan Anadolu’ya gelen Türkistanlı Hoca Ahmed Yesevi dervişlerinden Türkmen Ereni olan Pîr-i Horasan Hacı Bektaşi Veli’nin Bektaşî Tarikatı’nın mensubu olan ve Orhan Gazi ile birlikte erenleri ile Bursa’nın fethine savaşa katılıp geyik üzerinde savaştığı için Geyik Abdal Musa olarak bilinen Alp Eren, Bursa’nın fethi sonrası Antalya, Elmadağ’da tekke kurmuştur. 

Abdal Musa ile ilgili rivayet ve menakıplarda Kaygusuz Abdal (Alaiye/Alanya) beyinin oğlu Gaybi avlanırken attığı okla bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı geyik kaçar, Gaybi arkasından koşar. Geyik Abdal Musa’nın tekkesine girer, arkasından avcı da girer, dervişlerden geyiği sorar. Dervişler görmediklerini söylerler. Çekişme başlar. Olaya Abdal Musa karışır ve koltuğu altından kanlı oku çıkararak Gaybi’ye gösterir. 

Gaybi okunu tanır ve Musa’ya bağlanır. Alanya beyi oğlunu tekkeden kurtarmak ister ama Gaybi, Musa’dan ayrılmaz. Bey, Teke (Antalya) beyine başvurarak oğlunun kurtarılmasını ister. Teke beyinin gönderdiği ordu Musa’ya yenilir, Gaybi tekkede kalır. Bu rivayette tıpkı Ural-Altay Türk Destan motifi mevcuttur.

ALA GEYİK; ANADOLU TÜRK EFSANE, ŞİİR VE TÜRKÜLERİNDE ÖNEMLİ BİR YER TUTAR

Alageyik efsanesine göre Serçeme köyünde dağ keçisi ve geyik avına çok meraklı bir genç yaşarmış. Dağ keçisi ve geyik avından başka bir şey düşünmeyen bu genç, her zaman Serçeme kayalıklarında geyik avına çıkarmış. Serçeme’de de güzel bir kız yaşarmış. Avcının gönlü avından sonra bu kıza düşmüş. Serçeme köylüleri durumu anlayınca, delikanlıyı geyik avından vazgeçirip bu kızla evlenmesi için kandırırlar. 

Düğün gecesi genç, Serçeme kayalıklarında geyik seslerini duyunca gelini teli duvağı ile orada bırakır, silahını kapıp geyiğin peşine düşer. Mevsim kış olduğu için kayalıklar su içindeymiş. Geyiğin peşinden giden genç Serçeme kayalıklarındaki oyuklardan birine düşer. Her taraf buzla kaplı olduğu için oyuklardan çıkamaz ve donarak ölür. 

Anadolu’nun dağlık, ormanlık bölge halkı arasında ve özellikle Toroslar’ın Gâvur Dağları’nda Alageyik’le ilgili ağızdan ağıza dolaşan zengin bir edebiyat vardır. Bunlar zaman zaman âşıklar tarafından dile getirilmiş, yazarlar tarafından kaleme alınarak işlenmiştir. Hatta bu hikâyelerin bazı halk türkülerinin doğuşuna zemin hazırlayanları da olmuştur. 

Ben de gittim bir geyiğin avına,

Geyik çekti beni kendi dağına… 

Tövbeler tövbesi geyik avına, 

Siz gidin kardaşlar, kaldım kayada…

Diye başlayan ve avcının ağzından söylenen bu türkü, yavrusunu avlayan ana geyiğin intikam almak için avcıyı peşinden sürükleyerek bir uçurumdan düşürmesi üzerine yakılmıştır. * (Kurt, S. Nur (2020).  “Türk Mitolojisi Evreninde Geyik Motifi Üzerine Genel Bir İnceleme “. Betik, S. 2, s. 60-73.)

Ala Geyik efsanesi ile ilgili Türkiye’de 1969 yılında bir de Türk sinema filmi çekilmiştir. Süreyya Duru’nun yönettiği ve senaryosunu Yaşar Kemal’in eserinden Erdoğan Tünaş’ın yazdığı filmin başrollerinde Cüneyt Arkın, Mine Mutlu, Bilal İnci ve Aliye Rona oynamışlardır. Filmin senaryosu, Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi adlı eserinin derlenmesi ile oluşturulmuştur.

Yazımıza Ala Geyik sembolü kullanılan Ziya Gökalp’in Ergenekon Destanı adlı Türkler’in Altaylar’dan Ural’a ve Anadolu’ya yolculuğunu anlatan şiiri ile son verelim…

Nemrut Dağı, göksel bağlantıları 1024 729 admin

Nemrut Dağı, göksel bağlantıları

Nemrut Dağı, Adıyaman ilinin Kahta ilçesinde varolan, sönmüş bir volkanik dağdır. Zirvesindeki  2 bin yıllık yapılar ve heykeller, I. Antiochos tarafından, Tanrıları’na saygısını göstermek amacıyla inşa ettirilmiştir

Esmeri Alev Ekebaş Yazdı


* Esmeri Alev Ekebaş: Hakan hocam, öncelikle hoş geldiniz. Bizler, sizleri çok iyi tanıyor ve takip ediyoruz ama sizi yeni tanıyanlar için bize kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

Hakan Yedican: Merhaba Alev hanım… Öncelikle davetiniz ve böylesine önemli konulara yer vererek insanlarımızın bilgilenmelerine aracı olduğunuz için sizlere çok teşekkür ederim. Özgeçmişime gelince… 1978 yılı, Ankara doğumluyum. İlkokulun hemen ardından Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Vurmalı Çalgılar Bölümü’ne başladım. Orta, lise ve üniversite bölümlerini de aynı okul ve bölümde okudum. Üniversite ikinci sınıfı atlayarak, okul ikincisi ve bölüm birincisi olarak üniversite eğitimimi tamamladım.

Hemen ardından yine aynı okul ve bölümde Master ve Doktora eğitimlerime devam ettim. 2002 yılında yine aynı bölümde Vurmalı Çalgılar Araştırma Görevlisi oldum. Ayrıca Modern Bale Anasanat Dalı’nda perküsyon ve piyano eşlikçiliği, Caz Bölümünde Bateri Öğretim Görevlisi, H.Ü. Akademik Orkestrası’nda Vurmalı Çalgılar Grup Şefi ve diğer Senfonik Orkestralar’da ve Operalar’da, TV-Radyo programlarında ve çok sayıda konserlerde görev aldım. Halen H.Ü.A.D.K. Vurmalı Çalgılar Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmalarıma devam etmekteyim.

Bunların yanında, lise çağlarından beri frekanslar, insanlık tarihi, dünya dışı yaşam, UFO’lar, antik medeniyetler, mitolojiler, inanç sistemleri, Sümer ve Anunnakiler, Mısır-Hint-Güney Amerika uygarlıkları, piramitler, kadim tarih ve okültizm gibi çok farklı konulardaki merakımla araştırmalara başladım. Merakımın ve araştırmalarımın sürekli artarak devam etmesiyle de, uzun yıllar sonucunda ortaya çıkan ilginç sonuçları da seminerler, TV-Radyo-Sosyal Medya Programları’nda ve katıldığım gezi programlarıyla ilgili insanlarla paylaşmaya çalışmaktayım.

Doğu ve Batı teraslarındaki Tanrılar’ın oturduğu tahtların arkasında yer alan metinin 30. satır ve devamında, anıtın kurucusu, Persleri ve Helenleri, soyunun ‘mutluluk veren ataları’ olarak anlatmaktadır

Antiochos annesi tarafından Yunan, babasından Persler’le bağlantılıdır

* Bugün size Nemrut Dağı ve önemi hakkında birkaç soru sormak istiyorum. Çünkü sizler defalarca o bölgeleri ziyaret ettiniz ve çok çeşitli konularda da araştırmalarda bulunuyorsunuz. Bizlere kısaca ‘Nemrut Tümülüsü’nden bahsedebilir misiniz?

Nemrut Dağı, Adıyaman ilinin Kahta ilçesinde ve şu anda 2 bin 150 metre yükseklikte bulunmakta olan, sönmüş bir volkanik dağdır. Bu dağın zirvesindeki yaklaşık 2 bin yıllık olan yapılar ve heykeller, bu bölgede geçmiş zamanlarda hükümdar olan I. Antiochos Theos (I.Theos Dikaios Epiphanes Philorhomaios Philhellen/Antiokhos) tarafından, inandığı Tanrıları’na saygısını ve yakınlığını göstermek amacıyla inşa ettirilmiştir. Bu yapının içinde de I.Antiochus’un mezarının bulunduğu düşünülmektedir. Antiochos; Büyük İskender’in soyundan gelen annesi Kraliçe Laodike tarafından Yunan, baba tarafından ise Pers Kralları ile bağlantılıdır.

Yapının doğu ve batı bölgelerinde 8-10 metrelik dev heykellerin olduğu teraslar bulunmaktadır. Bu terasların her ikisinde de aynı sırayla yer alan devasa heykeller ise soldan sağa şöyledir: Tanrı-Kral I.Antiochos, sağında ülkenin Ana Tanrıçası Kommagene (Fortuna/Juno/Tyche), tam ortada Baş Tanrı Zeus (Oromastes/Ahura Mazda), onun yanında Apollon (Mithras/Helios/Hermes) ve en sağda ise Herakles (Artagnes/Ares/Bahram)… Tanrı heykellerinin oturduğu tahtlarının arka yüzünde ise I.Antiochos’un bizzat yazdırdığı bir çeşit vasiyetname gibi yorumlanabilecek 237 satırlık uzunca bir kült yazı (Nomos) bulunmaktadır.

Bu Tümülüs; 1881 yılında, Diyarbakır’da yürütülmekte olan bir yol çalışması için çevrede keşif yapıyor olan Alman Arazi Mühendisi Karl Sester (Charles Sester) tarafından keşfedilmiştir

Tarihsel hikâyesini çok kısaca özetleyecek olursak… Eski çağlarda Büyük İskender’in imparatorluğunun parçalanmasıyla oluşan birçok krallıktan biri olan Kommagene Krallığı’nı kuran I.Mithradates’in (I.Mitridat Kallinikos) oğlu olan I.Antiochus, M.Ö. 62-32 tarihleri arasında bu krallığa altın çağını yaşatmıştır. I.Antiochos’un ölümünden 106 yıl sonra (M.S. 72 yılında) ise Roma’ya karşı yapılan bir savaşta krallık tüm gücünü yitirip Roma hakimiyetine girmiştir.

Nemrut Dağı, 1987 yılından beri Unesco Dünya Miras Listesi’ndedir

* Nemrut Dağı Tümülüsü ne zaman ve nasıl keşfedilmiştir?

Bu Tümülüs; 1881 yılında, Diyarbakır’da yürütülmekte olan bir yol çalışması için çevrede keşif yapıyor olan Alman Arazi Mühendisi Karl Sester (Charles Sester) tarafından keşfedilmiştir. Daha sonra Alman Arkeolog Otto Punchtein ve o dönemin ünlü bilim insanlarından olan Osman Hamdi Bey bu bölgede araştırmalar yapmışlardır.

Ciddi anlamdaki ilk yoğun kazılar ise ancak 1953 yılında başlayabilmiştir. Karl Sester’in 6 kişilik ekibinin de yardımlarıyla birçok kalıntı ve belgeyi ortaya çıkartmışlardır. Bunların içinde Grekçe yazılı bir kitabede yer alanlar, heykeller hakkında bugünkü bilgilerimizi oluşturan en önemli belgelerdir. Nemrut Dağı, 1987 yılından beri Unesco Dünya Miras Listesi’nde ve 1988 yılından beri de Nemrut Dağı Milli Parkı olarak koruma altındadır.

Oromasdes; Zerdüşt dininin ‘Bilge Efendisi’ Ahura Mazda’nın Grekçe karşılığıdır

* Heykellerin oturduğu tahtların arkasındaki Grekçe yazılardan bahsettiniz. Bu yazılarda neler yazmaktadır?

Hakan Yedican:Doğu ve Batı teraslarındaki Tanrılar’ın oturduğu tahtların arkasında aynı şekilde ve hemen hemen aynı ifadeler yer aldığı için, tahrip olmuş ve eksik kısımların karşılıklı kıyaslanmalarıyla eksik ifadeler çözümlenebilmiştir. Böylece Doğu Terası’ndaki metin, 237 satır olarak çözüme kavuşturulmuştur.  Buradaki 30. satır ve devamında, anıtın kurucusu, Persleri ve Helenleri, soyunun ‘mutluluk veren ataları’ olarak anlatmakta ve yazıtın sonunda, “İran’ın, Makedonya’nın ve kendi yurdu Kommagene’nin bütün ‘Baba-Tanrıları’nın, çocuklarına ve torunlarına lütufkâr olmakta devam etmeleri” umudunu dile getirmektedir. Bu yazılarda ve heykellerde betimlenen Zeus ile birlikte bahsedilen Oromasdes; genel olarak Hellen/Yunan Pantheonu’nun ‘Baş Tanrısı’ Zeus olarak değerlendirilse de, esasen Zerdüşt dininin ‘Bilge Efendisi’ Ahura Mazda’nın Grekçe karşılığı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Böylece, Zeus-Oromasdes’i, burada Hellen-Pers ortak Tanrılar göğünün hükümdarı olarak düşünmek gereklidir. Ayrıca yazıtların 53. satırında şu önemli ifadeler yer almaktadır; “İşte, gördüğün gibi, Tanrılar’a gerçekten lâyık oldukları bu heykelleri ben diktirdim: Zeus-Oromasdes’in, Apollon-Mithras-Helios-Hermes’in, Artagnes-Herakles-Ares’in ve her şeyi besleyen vatanım Kommagene’nin heykellerini. Aynı taştan ve aynı tahtlar üzerinde duaları işiten Tanrılar’ın yanına kendi heykelimi de koydurttum. Böylece ulu Tanrılar’ın ezeli saygınlığını kendi genç bahtıma çağdaş kıldım.. Ve böylece onların kraliyete ilişkin olarak giriştiğim işlerde sık sık ve somut olarak, âlicenap bir yardım olarak bana tevcih ettikleri sonsuz ihtimam ve himayelerinin hakkaniyetli bir taklitçisi oldum…”

Puchstein, yazıtın başlangıç kısmını aşağıdaki şekilde çözmüştür: “Kral Mithridates Kallinikos ile Anasever, Muzaffer, Epiphanes Tanrı Kral Antiokhos’un kızı olan, Kardeşsever Tanrıça Kraliçe Laodike’nin oğlu, Romalılar’ın ve Hellenler’in dostu, Adil, Büyük Kral ve Tanrı Antiokhos, kutsal temeller üzerinde sonsuz zamanlar için ebedi harflerle kendi ululanması amacıyla sözler kaydettirdi…”

Anunnakiler’in çanta figürü, Göbeklitepe’nin 43 numaralı sütununun en üstündeki kabartmalarda üçlü olarak yer alıyor. Bu durum bana, Göbeklitepe’nin de bir şekilde Anunnakiler’le ilişkili olabileceğini düşündürüyor

Tümülüs’te elektromanyetik alan enerjisi ‘0’ V/m ve ‘0’ µT seviyesindedir…

* Nemrut Dağı’ndaki Tümülüs’te Kral I.Antiochus’un mezarı bulunabilmiş midir? Tümülüs’ün içinde başka neler olabilir?

Hakan Yedican: I.Antiochus’un mezarının bu Tümülüs’ün içinde bir yerlerde olduğu düşünülmektedir fakat henüz böyle bir mezara ulaşılabilmiş değildir. Bu Tümülüs, yaklaşık 50 metre yükseklikte ve 150 metre çapında olup, yumruk büyüklüğünde taşlarla özenle konik şekilli bir piramit şeklinde örtülerek kapatılmıştır. Tümülüs’ün içinde bu mezardan başka, birçok yeraltı tünellerinin olduğu da düşünülmektedir. Burada yer alan heykellerin sıralamasının özel bir anlamı olup olmadığının araştırılması ise ‘Hiyerotesyon Dalı’nın araştırma konusunu oluşturmaktadır. Şahsen yaptığım EMF (Elektro Manyetik Alan) ölçümlerinde ise, Tümülüs’ün başladığı yerde elektromanyetik alan enerjisinin ‘0’ V/m (Volt/Metre) ve ‘0’ µT (microTesla) seviyesine düşmesi de araştırılmayı hak eden başka bir ilginç konudur. Sonraki turlarımızda daha farklı ölçümler de yapmayı planlamaktayım.

Horoskop’taki dizilim; M.Ö. 109 Yılı’nda 14 Temmuz tarihi saat 19:37’de mümkündür

* Esmeri Alev Ekebaş: Sizi Nemrut Tümülüsü’nde en çok neler etkiledi acaba?

Hakan Yedican:Nemrut Tümülüsü’nde beni en çok etkileyen şeylerin başında, batı terasında yer alan aslan kabartması ve önemi gelmektedir. Çünkü Dünya’nın ilk horoskobu olarak kabul edilir. 175 santimetre yüksekliğinde, 240 santimetre genişliğinde ve 47 santimetre kalınlıkta olan bu kabartmanın gövdesinde, her biri 8 ışınımlı 19 yıldız ve aslanın üzerinde ise 16 ışınımlı 3 büyük yıldız sembolü bulunmaktadır. Bu üç yıldız sembolünün ‘Mars, Merkür ve Jüpiter gezegenleri’ olduğu, hemen üzerlerindeki Yunanca yazılardan anlaşılmaktadır. Aslanın boynunda hilal şeklinde ‘ay’ sembolizmi vardır. Hilalin yukarısında da, krallığı sembolize eden Regulus Yıldızı vardır. Konunun uzmanlarına göre horoskoptaki bu dizilim; Jüpiter, Merkür, Mars ve Ay’ın yörünge hareketleri baz alınarak, M.Ö. 109 Yılı 14 Temmuz tarihine ve bu dizilimin gözle görülebilmesinin de ancak saat 19:37’de mümkün olabileceği hesaplanmıştır. İlginç olan şeylerden birisi de bu dizilimin yaklaşık 25 bin yılda bir oluşmakta olmasıdır.

Yazılı kaynaklardan anlaşıldığına göre bu tarih, Kral I.Antiochos’un babası olan I.Mithridates’in taç giyme anını ifade etmektedir. Eğer ki bu ifade doğruysa, tüm bu yapı kompleksinin çok gelişmiş astronomik ve göksel bilgilere dayanarak yapıldığı ve o dönemde bu kadar hassas ve derin bilgilere sahip olunduğudur. Aslanlı horoskop, 2003 yılında restorasyon için farklı bir bölüme alınmıştır. Yurtdışından gelen bir ekiple anlaşılmış, fakat bazı nedenlerden dolayı ekip değiştirilerek yerli uzmanlara devredilip gerekli müdahaleler yapılmıştır. Ancak maalesef ki, bu ekibin müdahalesine maruz kalan Aslanlı horoskop halen bir konteyner içerisinde tutulmaktadır ve ziyaretçilere kapalıdır. Devletimizin, milletimizin her türlü Milli ve tarihi değerimize sahip çıkarken çok daha hassas olmasını ve bu tür önemli konuların mümkün olduğunca da Türk uzmanların kontrolünde yapılıyor olmasını ümit ederim.

Zeus: Ahura Mazda, Jüpiter, Vishnu, Thor, Hürmüz, Viracocha, Ülgen, Enlil

* Esmeri Alev Ekebaş: Sizce Nemrut Dağı’nın Göbeklitepe’yle ilişkisi olabilir mi?

Hakan Yedican:Tümülüs’ün en önemli Tanrı figürü Zeus… Uzun yıllardır yapmakta olduğum araştırmalarım sonucunda, ‘Tanrıların Tanrısı Zeus’, Yunan Tanrıları’nın da ‘Baş Tanrısı’ olarak; Pers mitolojisinde ‘Ahura Mazda’, Peru ve Roma kültürlerinde ‘Jüpiter’, Hint kültüründe ‘Vishnu’, İskandinav Mitolojileri’nde ‘Thor’, İran Mitolojisi’nde ‘Hürmüz’, Amerikan Mitolojileri’nde ‘Viracocha’, Türk Mitolojisi’nde ‘Ülgen’ ve Sümer Mitolojisi’ndeki ‘Enlil’e karşılık gelmektedir.

Enlil karakteri; Sümerliler’in Tanrıları olarak kabul ettikleri Anunnaki’lerin de baş şahsiyetlerinden biri olup, baş düşmanı olan üvey kardeşi Enki ile olan savaşları tüm dinlere, mitolojilere, hikayelere, destanlara konu olmuş ve dünya genelinde de binlerce resim, heykel, kabartma, tablet vb. gibi arkeolojik eserlerde de ellerinde genellikle bir çanta ve kozalak tutarlarken ifade edilmişlerdir.

Anunnakiler’in bu aynı çanta figürünü Göbeklitepe’nin 43 numaralı sütununun en üstündeki kabartmalarda üçlü olarak yer alıyor olması; bana Göbeklitepe’nin de bir şekilde Anunnakiler’le ilişkili olabileceğini ve dolayısıyla Anunnaki ‘Baş Tanrıları’ndan olan Enlil/Zeus’un da Nemrut Dağı’nda heykelinin olmasından dolayı, bu iki gizem dolu yapının birbirleriyle ortak bazı yönleri olup bu konuların da detaylıca araştırılması gerektiğini düşündürmektedir.

Çünkü şahsi düşüncem şudur ki; bana göre tüm dinler ve mitolojilerde aynı karakterler, olaylar ve hikayeler farklı isimler altında aynı konuları ve kişileri ifade etmektedirler. Bu iddiam doğru ise, tüm Dünya dinleri, mitolojiler ve hatta kadim ve gizem dolu muazzam taş yapılar, piramitler de aslında aynı ortak kaynaklarla ilişkili olup, gizemli bir kültürle bağlantılı olabilirler.

Ayrıca Nemrut Dağı’ndaki horoskop Aslan’dan da açıkça anlaşıldığı üzere bu yapı kesinlikle gökyüzündeki yıldızlar ve gezegenlerle derin astronomik bilgiler kullanılarak, hassaslıkla inşa edilmiştir. Ki aynı şekilde Göbeklitepe’nin 12’li sütunlarının da astrolojik Zodyak takım yıldızlarıyla ilişkili olabileceğini ve yapıların ortasındaki iki büyük ‘T’ şekilli kayanın da çeşitli yıldızlara hizalı olacak şekilde inşa edildiklerini düşünmekteyim. Bu konuda da Nemrut Dağı’nın ve Göbeklitepe’nin gizemlerini doğru çözümlemek ve bağlarını araştırmak çok büyük önem arz etmektedir.

Kommagene Krallığı’nın yaşadığı bölgede, Tanrılar’a en yakın, en yüksek yerde…

* Esmeri Alev Ekebaş: Sizce bu muazzam Tümülüs ve heykellerin burada yapılmış olmasında, Nemrut Dağı’nın ve bu bölgenin seçilmesinin özel bir sebebi var mıdır?

Hakan Yedican: Elbette akla gelen ilk şey Kommagene Krallığı’nın bu bölgelerde yaşamış olması… Bu bölgenin en yüksek zirvesinin burası olmasıyla, en yüksek yerin de Tanrılar’a en yakın yer olarak düşünülmesi en mantıklı seçim olacaktır.

Ancak biliyorsunuz ki, bu topraklar çok uzun zamandır kutsallıkla ilişkili tutulmuş bölgelerdir. Bunu sadece mitoloji ya da efsane olarak değil de aynı zamanda enerjisel bir ‘ley hattı kesişim noktası’ veya bölgesi olarak da düşünmemiz gerekebilir.Bu konuda, Fırat ve Dicle nehirlerinin muazzam enerjileri ve önemi her zaman o bölgeyi farklı kılmıştır.

Örneğin, Dünya üzerinde sadece Şanlıurfa Halfeti’de yetiştiği bilinen endemik bitki türlerinden olan ve ilk kez Alman eczacı ve bitki toplayıcısı Paul Sintenis tarafından 1988 yılında Halfeti bölgesinden toplanan ‘Mezopotamya Sümbülü’, 1977 yılında Speta adlı yabancı bir araştırmacı tarafından bilim dünyasına tanıtılmıştır. Ayrıca yine bu bölgeye has olan endemik bir bitki de ‘Siyah Gül’dür. Yani buradaki bazı bölgelerin havasının, suyunun, toprağının farklı bir enerjisi var gibi görünmektedir. Bu konuların bilimsel olarak daha derin araştırılması da gerekmektedir. İnsanlığın kozmik kökenleri ortaya çıktıkça, Dünya’daki karanlığı meşale gibi aydınlatacaktır.

* Esmeri Alev Ekebaş: Bizlere bu konularla ilgili son olarak neler söylemek istersiniz?

Bu konularla ilgili şunları söylemek isterim… Ülkemizin, insanlığın, dinlerin, mitolojilerin tarihleri; bence, bizlere tamamen doğru olarak yansıtılmamakta ve aslen kozmik kökenlere sahip bağlantıları bulunmaktadır. Birçok konuda önemli sırlar ve gizemlerle dolu çok farklı bir ‘hakikât’ olduğunu düşünüyorum. Bu dünya üzerinde huzurlu, kardeşçe ve barış içerisinde yaşayabilmemiz için, birbirleriyle muazzam derecede bağlantılı ve tahminlerimizden çok eskilere kadar uzanan bu gizemli bağlantıları çözmemiz gerekmektedir.

Çok önemli bir zamanda ve coğrafyada yaşamaktayız. Arkeolojiyi, astrolojiyi, gerçek tarihi, insanlık ve inanç sistemlerimizin kökenlerinin gerçekte nelerle bağlantılı olabileceğini anlayabilmenin en önemli ve kestirme yolu da, kadim tarihimizi çok iyi analiz edebilmekle mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bu konularda çok açık fikirli ve geniş açılardan tarafsızca bakabilmeli, bilime ve mantığa uygun adımlarla hakikâti aramakta geç kalmamalıyız. Çünkü şahsen şuna inanıyorum ki; insanlığın gerçek kozmik kökenleri ortaya çıktıkça, Dünya’daki karanlığı bir meşale gibi aydınlatacaktır.

Son sözlerimiz de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten olsun; “Türk çocuğu, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”

* Esmeri Alev Ekebaş: Değerli bilgileriniz için sizlere çok teşekkür ederim. Araştırmalarınızda ve gezilerinizde sizlere kolaylıklar diliyorum ve katıldığınız için çok teşekkür ediyorum. Ayrıca çekmiş olduğunuz fotoğrafları kullanmak için de izninizi istiyorum.

Hakan Yedican: Ben de davetiniz için sizlere çok teşekkür ederim. Araştırma ve gezilerimize devam edeceğiz. Edindiğimiz yeni bilgileri de sizlerle paylaşmaktan her zaman kıvanç duyarım. Ayrıca bu röportajımız için Ekim 2021 tarihinde gönderdiğim tarafıma ait fotoğrafların; Esmeri Alev Ekebaş tarafından sosyal medya, dergi ve gazetelerde kullanılmasına izin veriyorum.

Esenlikle kalın…

Mısır’ın Gizemli Derinliklerine Yolculuk 1024 684 admin

Mısır’ın Gizemli Derinliklerine Yolculuk

Bugün Dünya’nın en eski ikinci dalış kulübündeyiz. Merkezi Caddebostan’da olan Türk Balıkadamlar Kulübü’ne misafiriz. Türk Balıkadamlar Kulübü Başkan Yardımcısı Ali Ender Kopanoğlu Bey ile bir röportaj yapacağız. Çünkü beraber Mısır’ın Şarm El-Şeyh (Kısaca Şarm) kentine seyahatimiz oldu. Sağ olsunlar, bu seyahate beni de davet ettiler. Haliyle o seyahat ile ile ilgili konuşmamız gerekiyordu.

Aybeniz Orhan Yazdı


Aybeniz Orhan: Ender Bey merbahalar, nasılsınız?
Ali Ender Kopanoğlu: Çok teşekkür ederim Aybeniz hanım… Sizler nasılsınız?
Ben de teşekkür ederim. Bize bu fırsatı verdiğiniz için öncelikle Türk Balıkadamlar Kulübü’ne sonrasında da size çok teşekkür ederim. Ender Bey, Şarm El-Şeyh programı nasıl ortaya çıktı?
Şarm El-Şeyh programı şöyle ortaya çıktı. Bizler pandemi öncesinde yılda bir ya da iki kez Şarm’a gidiyorduk. Aşağı yukarı 20 kişilik bir grubumuz ile bu seyahatleri yapıyorduk. Ancak pandemi döneminde doğal olarak bu programlarımızı, sehayatlerimizi de yapamadık. Bizler gibi, gruptaki diğer tüm üye arkadaşlar da bu programları da Şarm’ı da çok özlemişlerdi. Dolayısıyla bir organizasyon yapalım, dedik. Hem Şarm’ı özleyen arkadaşlar hem de dalış macerasına yeni başlayan arkadaşlardan belirli sayıda kişi davet ederek, onlara gelecekte yaşayacakları güzellikleri daha erken görme şansı tanımak istedik.

ŞARM, DENİZ ALTI HAYATI KONUSUNDA DÜNYA’NIN EN İYİ BÖLGELERİNDENDİR
Görme şansı mı tanıdınız, yoksa bizim sular daha vahşi olduğu için, dalış konusunda biraz daha pratik yapsınlar diye mi oraya götürdünüz?!
Aslına bakarsanız, sularımızın, denizlerimizin yapısı birbirinden çok farklı. Bizim ülkemiz ile Kızıldeniz arasında büyük farklılıklar var. Burada biraz daha fazla görüş problemi olduğu için; Kızıldeniz’deki rahatlığı hiçbir zaman İstanbul sularında bulamıyoruz elbette. Güneyimizdeki sularda elbette mümkün ama İstanbul ve civarında biraz daha zor görüş mesafesi… Dolayısıyla değişik canlıları görebilmek için gitmek istedik. Zaten Şarm, bu konuda Dünya’nın en iyi bölgelerinden birisidir. Biz de bu gerçekten hareketle tüm arkadaşlarımıza bu şansı vermek istedik.

Peki neden 8 Mayıs? Bu tarihin özel bir anlamı var mı?
Şöyle… 8 Mayıs neredeyse sezonun başlangıcı… Aslına bakarsanız pandemiden önceki yıllarda Mart ayında, Nisan ayında da gittiğimiz olmuştu Şarm’a… Ancak bu sene organizasyon için biraz geç kaldığımızı itiraf etmeliyim! Biz geç kalmıştık, oradaki dalış turlarından da aldığımız boş tarih 8 Mayıs’a denk geliyordu. Ancak bu dönemde dalış için uygun bir tarih bulabildik. Yani özetlememiz gerekirse; biz daha önce, yani Mart’ta Nisan’da yapmayı tercih ederdik. Çünkü hem sezon tam yükselmemiş oluyordu hem de sıcaklık ve rutubet, Mayıs ayına oranla çok daha makûl seviyelerde olabiliyordu. Ancak bizim programımız, Şarm’daki dalış müsaitliği bu tarihe denk geldiği için 8 Mayıs’ta orada olabildik.

Hem Şarm’ı özleyen arkadaşlar hem de dalış macerasına yeni başlayan arkadaşlardan belirli sayıda kişi davet ederek, onlara gelecekte yaşayacakları güzellikleri daha erken görme şansı tanımak istedik.

DALIŞ EKİBİMİZDE 16 YETİŞKİN, BİR MASKOT BİR DE BEBEK VARDI!
* Haklısınız… Benim gibi kavrulanlar oldu! Nasıl başladı macera? 8 Mayıs ve sonrasından biraz bahseder misiniz?
Aslına bakarsanız biz çok kısa bir süre içinde karar verdik bu programa… Gündoğdu Saruhanoğlu Bey (Türk Balıkadamlar Kulübü Başkanı) ile oturduk ve “Böyle bir şey yapalım mı?” dedik, yapmaya karar verdik! Sonrasında yakın olan arkadaşlarımızdan birkaç tanesine sorduk, hepsi çok sevindiler. Organizasyon için 9-10 aileye ihtiyacımız vardı. Zaten çok sınırlı her şey çünkü… İkişer kişinin bir kabine girdiğini düşünürseniz, teknede toplam 9 adet kabin var. 9 kabin, yani 18 kişi alabiliyor. Dolayısıyla çok çabuk organizasyon yapılabildi. Kabul edenleri, istekli olanları listelediğimiz zaman; olması gerekenden fazla talep bile olduğunu gördük. Fakat şartlar gereği ancak 9 kabini doldurduk.

* İki de küçük dostumuz vardı!
Evet, evet… Bir tanesi bebek olmak üzere iki tane de çocuğumuz vardı aramızda… Hatta onlar da maalesef biraz yatak problemi yaşadılar ama yine de onlar için de çok güzel geçti program… Çocuklar, teknemizin maskotu oldular. Zaten çocuklarımızdan bir tanesi, İstanbul ve Türkiye’deki dalışlarımıza sürekli olarak geliyordu. İki yıldır bizimle birlikte! O uzun süredir bizim maskotumuz hakikaten! Çok sevimlidir kerata!

Bizim ülkemiz ile Kızıldeniz arasında büyük farklar var. Kızıldeniz’deki rahatlığı İstanbul sularında bulamazsınız. Çünkü görüş mesafesi çok farklı. Şarm, bu konuda Dünya’nın en iyi bölgelerinden birisi.

Organizasyon için 9-10 aileye ihtiyacımız vardı. Zaten çok sınırlı her şey. İkişer kişinin bir kabine girdiğini düşünürseniz, teknede toplam 9 kabin var. Bizim ekipte 16 yetişkin, 1 maskot, 1 de bebek vardı!

OTELDE SİVRİSİNEKLERLE BOĞUŞTUK… SABAH HEPİMİZ YARIM KİLO VERMİŞTİK!
* Seyahat ile ilgili detay verebilir misiniz? Saat kaçta indiniz, otele nasıl geçtiniz?
Buradan gidiş konusunda çok fazla alternatifiniz yok zaten… Uçak, yarımda (00.30) İstanbul’dan kalkıyor. Saat 02.30 ya da 03.00 gibi oraya iniyor. Pasaport işlemleri, havalimanı çıkışınız 04.00’ü buluyor. Orada bir otel organize ettik internet üzerinden… Otel beş yıldızlıydı ama!.. Oraya giderken bazı aksilikler yaşadık. Aslında daha önceki programlarımızda da benzer aksilikler yaşamıştık! Bu kez aksiliklerin ölçüsü büyüktü! Mesela rezervasyondan haberleri yoktu! Saatlerce orada görevlinin gelmesini bekledik. Önünde sonunda herkese birer oda bulabildiler! Odalarımıza geçtik ama gece boyunca sivrisinekler ile mücadele ettik. Ertesi sabah kalktığımızda yarımşar kilo zayıflamış olan insanlardık! Rezervasyon bilgisi ellerine ulaşmadığı için otel, bizim gibi büyük bir grup için çok hazırlıklı değildi. Dolayısıyla çok fazla memnun kaldığımızı söyleyemem. Program boyunca da zaten birkaç saat dinlenmek için otele gittik sadece! Gün içerisinde sürekli bir kafede vaktimizi geçirdik! Akşamüstü de tekneye geçtik.

GÜNDE 4 KEZ DALIŞ YAPANLAR İÇİN, 5 ÖĞÜN YEMEK GERÇEKTEN ÇOK GÜZEL!
* Teknede toplam kaç kişiydik?
Teknede çocuklar ile birlikte 18 kişi vardı bizim grupta… Ayrıca 8-9 kişilik bir mürettebat ekibi vardı. Kaptanı, aşçısı, hizmetlisi ile birlikte.. Yani toplamda 30’a yakın insan vardı teknemizde…

* Ben orada şunu gözlemledim. Siz, teknenin kaptanını eskiden tanıyor muydunuz?
Biz, bundan önceki programlarımızda da hep aynı tekneye gidiyorduk. Dolayısıyla evet, kaptanı eskiden tanıyordum. Aşçısı değişmişti teknenin! Teknenin aşçısı, bir aylık izne ayrıldığı için alternatif aşçı gelmişti tekneye… Teknenin asıl aşçısı gerçekten muhteşemdi. Gerçi yerine gelen aşçı da güzel yemekler yaptı ama teknenin asıl aşçısı, kesinlikle bundan en az iki kat daha yetenekliydi.

* Bir şey itiraf edeyim; Orada aldığımız kiloları daha yeni yeni verebildim! Günde 5 öğün yemek, ne demek?!
Vallahi günde 5 öğün yemek, çok güzel bir şey! Fakat günde 4 dalış yaptığımızı da not düşelim elbette buraya! 4 dalış, hatırı sayılır bir efor demek…

İnternetten beş yıldızlı bir otele rezervasyon yaptırdık. Fakat oraya vardığımızda bizden haberleri yoktu! Saatlerce görevliyi bekledik, zar zor birer odaya yerleştik. Gece boyu sivrisinekler ile mücadele ettik. Sabah kalktığımızda yarımşar kilo vermiştik!

TEMPEL’DA DENEME DALIŞI YAPILDI!.. TİRAN’DA 57-58 METREYE KADAR İNDİK
* Hangi bölgelerde dalış yapıldı peki?
İlk günkü dalış, geceden kalma yorgunluk ve herkesin birbirini tanıması amacıyla biraz daha ‘deneme dalışı’ gibi oldu. Discovery’den biraz ileride Tempel’da oldu bu dalış. Sığ ama problemsiz olan bir suda gerçekleşti bu dalışımız…
Sonrasında teknemiz ertesi gün itibariyle artık normal dalış güzergâhı seyrine başladı.

* Kaç bölgede dalış yapıldı?
4 bölgede dalış yaptık. İlk bölge Tempel, ikinci yerimiz buraya çok yakın olan bir bölgeydi. Ondan sonra Ras Muhammed adında Milli Park olan bir bölge var. Asıl en güzel dalışları da orada yaptık diyebilirim. Burada 2-3 dalış yaptık ve hepsi de muhteşemdi. Bir de Tiran adası civarına gittik. O bölge rüzgârlıydı. Geçmişte orada birkaç kez dalmıştık bizler… Ancak bu kez gerçekten çok özel bir dalış organize etmişlerdi. Sadece tecrübeli olanlar için organize edilen bu dalışta, çok ciddi bir derinliğe kadar indik. Bir kanyondu orası… 57-58 metrelere kadar indik bu dalışta.

BATIKLAR BÖLGESİNE GEÇMEK İSTEDİK. KAHİRE VİZESİ ALMAMIZI İSTEDİLER!
* Bir de batıklar vardı değil mi?
Evet… Batıklar vardı o bölgede… Ancak o batıklar, dalarak ziyaret edilebilecek batıklar değildi. Asıl batıklar bölgesine gidemedik bu programda. Çünkü oraya geçiş için Kahire vizesi istediler. Normalde Şarm’a vize kaldırıldı. Fakat buradaki polislerin, bu durumdan haberleri, bilgileri yok anladığımız kadarıyla! Kapıda bize “Vize alacaksınız” dediler! Biz de “Gerek yok” dedik ve vize almadık.
Çünkü buradaki konsolosluktan kontrol edilmişti tüm bilgiler. Doğrusunu söylemek gerekirse o komiserin mi yoksa konsolosluk görevlisinin mi doğru söylediğini halen bilemiyoruz biz de! Bu bilgi, bir haftalık bir bilgiydi ve çok yeni olduğu için görevliler tarafından tam olarak algılanmamıştı. Belki şimdi artık işler rayına oturmuş olabilir bu konuda!

Tiran civarında çok özel bir dalış organize etmişlerdi. Sadece tecrübeli olanların katıldığı bu dalışta, çok ciddi derinliklere indik. Bir kanyondu burası57-58 metreyi gördük.

45 YAŞ ALTINA KAPIDA VİZE VERİLİYOR. 45 YAŞ ALTI KONSOLOSLUĞA GİDİYOR…
* Şarm’daki bir dalış için Kahire vizesi istenmesi biraz garip değil mi? Sonuçta zaten hepsi de Mısır toprakları içinde değil mi?
Aslına bakarsanız elbette tümü Mısır ülkesinin içinde… Fakat bahsettiğimiz dalış alanı turistik bir bölge olduğu için, turizmden faydalanmak açısından böyle bir uygulamaya gitmişler ve vize koymuşlar. Bakın; Şarm’a vize istemiyorlar, ancak Kahire bölgesine doğru gidecek, Sina Yarımadası’nın dışına doğru çıkacaksanız orada Mısır vizesi istiyorlar.
Mısır vizesi de şöyle… 45 yaş üstü olanlara kapıda Mısır vizesi veriliyor. 45 yaş altı olanlar ise mutlaka konsolosluktan almak zorunda. İşte bu yüzden Ras Muhammed’e gidemedik. Ras Muhammed, Sina Yarımadası’nın en ucu, son limidi sayılır. Ras Muhammed’den sonraki bölge, Sina Yarımadası’nın batısına denk geliyor. İşte o bölgede de Kahire, yani resmi Mısır vizesi istediklerini söylediler.

* Birlikte gittiğimiz bu tur, kaç günlüktü?
7 gün… Cumartesi akşamı tekneye bindik, cuma akşamı indik. Derin dalışlar yaptığımız ve çok sık daldığımız için mutlaka bir dekompresyon süresi var dalıcılar için. Dolayısıyla bizler de bu nedenle Türkiye’ye dönüş yolculuğunu 24 saat ertelemeyi isteriz. Tekneden indikten sonra bir gün otelde konaklar ve sonrasında dönüş yolculuğu için uçağa bineriz.

DERİN DALIŞLAR YAPAN İNSANLAR,BİR GÜN DİNLENİP UÇAĞA BİNMELİ
* Neden böyle bir şey yapıyorsunuz? 
Muhtemel bir dekompresyon hastalığı geçirmeyi önlemek için 24 saatlik bu önlemi alıyoruz. Biraz daha detay vermek gerekirse… İnsan vücudu nitrojene aşağı yukarı iki misline kadar dayanabiliyor. Fakat belli bir süre içerisinde bizim dokularımız azot birikimine uğruyor. Bu durum ‘satüre oluyor’ diye özetlenir. Bu satürasyon süresinin azaltılması için, yani vücudun kaldırabileceği toleranslara düşürülebilmesi için belirli bir sürenin geçmesi gerekiyor.
Daldığımızda vurgun yemiyoruz belki ama yine de vücudumuzda birikmiş bir azot fazlalığı var sonuçta. Uçak yolculuğunda da, uçak içerisinde basınç düştüğü için dokularda erimiş olan azotun kabarcık haline gelmesi ve vurgun haline gelme ihtimali var. İşte bunu önlemek için dalış sonrasında tekneden indikten sonra, en az 24 saati dinlenerek geçiriyor ve sonrasında dönüş yolculuğu için uçağa biniyoruz. Bunun bilimsel adı da ‘desütarasyon’dur.

Normalde Şarm’a vize kaldırıldı. Fakat buradaki polislerin, bu durumdan haberleri, bilgileri yok anladığımız kadarıyla! Kapıda bize “Vize alacaksınız” dediler! Biz de “Gerek yok” dedik ve vize almadık.

7 GÜN SONRA TEKNEDEN İNDİK. HEMEN SAFARİYE GİTTİK VE DÖNÜŞE GEÇTİK!
* Aslında bu konu hakkında bilgi sahibiyim. Ben sadece amatörce dalan okuyucularımızın sizin anlatımızla bu konu hakkında bilgi sahibi olması ve sağlıkları açısından sıkıntı yaşamamaları için sordum. Herhalde sizin bu yalın anlatımınız, okurlar için de önemli bir bilgi kaynağı olacaktır.
Doğrudur… İyi de yaptınız aslında… Bir kişi bile bilinçlense, büyük bir faydadır hepimiz için… Bir kez daha tekrar edeyim isterseniz: Yaptığınız dalışlar derin dalışlar ise tekneden indiğiniz gün, uçakla dönüşü tercih etmeyin… Çünkü derin dalışlarda vücutta satüre nitrojen birikimi oluyor. Bunun azaltılabilmesi için 24 saatlik bir dinlenme süresinin geçmesi gerekiyor. Özeti bu…

* Peki biz ne zaman döndük?
Biz de bahsettiğim gibi program yaptık. Tekneden indikten bir gün sonra dönüş yolculuğumuz başladı. Tekneden indik, bir günlük safarimiz vardı ve ardından otelde istirahat ettik. Ertesi gün de havalimanına giderek İstanbul’a dönüş yolculuğumuz başladı.

EKİM AYINDA BU TURA EK OLARAK DAHAB’DA BLUE HOLE’E DALACAĞIZ
* Ender Bey öncelikle The Great WildLife ailesi olarak bizlerle görüşlerinizi paylaştığınız ve bu röportajı verdiğiniz için teşekkürler. İkincisi; bana böyle bir deneyim şansı verdiğiniz için şahsım adına da özel bir teşekkürü borç bilirim.
Sizin için de çok güzel bir tecrübe olduğunu düşünüyorum.

Mısır vizesi şöyle… 45 yaş üstü olanlara kapıda Mısır vizesi veriliyor. 45 yaş altı olanlar ise mutlaka konsolosluktan almak zorunda. Şarm’a değil de Ras Muhammed’e gideceksen, Mısır vizeni alacaksın!

* Ben çok eğlendim kesinlikle…
Biz bu yıl içinde, zannedersem 16 Ekim tarihinde yeniden bir organizasyon yapacağız. Yine bir hafta sürecek bir organizasyon planlıyoruz. Fakat bu kez gidişte otelde kalmayı düşünmüyoruz! Uçaktan indikten sonra direkt tekneye geçmek istiyoruz. Tur bittikten sonra da Dahab’da bulunan Blue Hole (Mavi Çukur) denilen bir bölgede dalış yapmak istiyoruz. Tekne turundan sonra otobüsle gidilecek bu bahsettiğim bölgeye… Sadece tecrübeli olan arkadaşlarımız katılacaklar bu dalışa. Bu son dalışın ardından da bir gün daha konaklayacak ve sonrasında İstanbul’a döneceğiz.

BU TÜR DALIŞ ORGANİZASYONLARI İÇİN 2 YILDIZ VE ÜZERİNİ TERCİH EDİYORUZ
* Türk Balıkadamlar Kulübü olarak bir yılda kaç defa böyle yurt dışı turları düzenliyorsunuz? Ve yeni öğrencileri de böyle organizasyonlara götürebiliyor musunuz?
Mümkün olduğu kadar bu tür turlarda yeni başlayanları, öğrencileri çok tercih etmiyoruz açıkçası. Seçme yapabiliyoruz. Birkaç arkadaşımızı ekibe dahil ediyoruz; tecrübe kazanmaları, dalışı yerinde görmeleri amacıyla.
Çok yeni öğrencilerin oraya gitmesi demek; onlara göz kulak olacak, dalışlarında eşlik edecek çok daha tecrübeli birilerinin de ekipte olması anlamına geliyor. Böyle bir turda onların başına böyle bir arkadaş vermek, o arkadaşa biraz haksızlık oluyor. Bu sebepten dolayı da çok tercih etmiyoruz yeni öğrencilerimizi bu organizasyonlara dahil etmeyi… 2 yıldız ve üzerindeki dalıcıların gelmesini tercih ediyoruz. Çok nadir de olsa sizin gibi dostlarımızı da ekibe dahil ediyoruz.

Ekim’de yine bir haftalık organizasyon yapacağız. Bu kez gidişte otelde kalmayacağız; Uçaktan tekneye geçeceğiz. Tur bittikten sonra otobüsle Dahab’a geçeceğiz ve oradaki Blue Hole’de (Mavi Çukur) son bir dalış yapacağız.

REHBERİMİZ SAİT BİZİ İYİ TANIDIĞI İÇİN ÇOK ÖZEL 2-3 DALIŞ YAPTIRDI
* Ender Bey, siz o kadar daldınız mesela, ben sadece üç kez daldım. Fakat en çoğunu da ben gördüm kesinlikle! Cennet gibi bir seyahatti gerçekten. İnşallah bir sonraki yurt dışı turlarında görüşmek üzere.
Bundan sonra yapacağımız ilk tur yine Şarm’a olacak. Ardından yine o coğrafyada fakat başka bölgelerde dalışlarımız olacak.

* Son bir sorum daha olacak… Bizim rehberin ismi neydi?
Sait…

* Enerjisi ne kadar büyük bir adamdı. Devamlı gülüyordu. Ağzından hiç ‘yok’ kelimesi çıkmadı mesela. Hayatımda bu kadar sakin bir adam görmedim. Denizin altında kuğu gibiydi, sakin…
Kesinlikle haklısınız. Çok enerjik, çok eğlenceli bir adamdı. Onlar deniz adamı… Biz her seferinde Sait ile dalıyoruz. Çok tecrübeli bir adamdır. Son seyahatimizde bizi artık çok iyi tanıdığı ve dalış konusundaki tecrübemizi bildiği için bize çok özel 2-3 dalış yaptırdı. O derin ve şahane dalışlardan bahsediyorum.

* Son söz olarak bize ev sahipliği yapan tekne personeline güler yüzleri için, son gün yaptıkları pastalı veda, disko topları ve özel ilgileri için çok teşekkür etmek isterim.
Güzel bir dalış turuydu. İnşallah bundan sonrakiler çok daha eğlenceli geçer.

VURGUN VEYA DEKOMPRESYON NEDİR?

Kısa sürede yüksek basınçlı bir bölgeden alçak basınçlı bir bölgeye geçilmesi nedeniyle vücutta gaz kabarcıklarının oluşması sonucu ortaya çıkan gaz embolizmidir. Özellikle dalgıçlar, pilotlar veya su altı inşaat işçileri gibi basınç değişimi etkisinde kalanlarda rastlanır.

CENNETTEN BİR KÖŞE, MISIR

Mısır, turistik açıdan oldukça merak uyandıran tarihiyle insanların tatil için tercih sebeplerindendir. Her yıl dünyanın dört bir yanından gelen dalgıçlara da dünyanın en güzel mercan resiflerinden kabul edilen, çeşitli dalış alanlarıyla hizmet sunmaktadır.

Birçok batık yerleri bulunan Kızıldeniz’in derinliklerinde sıklıkla mercan görülmekle birlikte köpekbalığı, büyük balıklar, çekiç, deniz kaplumbağaları görülmektedir. Sualtı dalışının en favori yerlerinden bir tanesi de Sharm El Sheikh’tir. 

Mısır’ın Sina Yarımadası’nda Kızıldeniz kıyısında yer alan tatil kenti ve turizm merkezi olan Sharm El Sheikh’te mercan ve yunuslarla sıklıkla karşılaşılmak mümkün olup ayrıca deniz altı da akvaryum gibi görülmektedir. Denizin içinde her türlü bitki ve balık görülmektedir. 

Sharm El Sheikh’te birçok dalış noktası vardır. Tiran adası yakınlarındaki Jackson, Gordon ve Ras Bob resifleri; SS Thistlegorm batığı (1941 yılında batan İngiliz gemisi) turistlerin en fazla rağbet gösterdiği yerlerdir. Ras Muhammed Milli Parkı, en çok dalış yapılan yerler arasında görülmektedir. 

Kızıldeniz’in dip yapısı, genel olarak farklılık göstermediğinden, resifler ve bunların üzerinde yaşam da, genel olarak birbirine benzemektedir.